Yaratıcı Kadının Hayatta Kalma Kılavuzu 2

By | 3/11/2015 2 comments
İnanın bu yazıyı yazmamak için kendimle birkaç haftadır mücadele içindeyim. Ne zaman evde işgüzar bir kedi gibi olmayan bir şeye doğru baksam ve hani bakakalsam öyle, aynı şeyleri mırıldanırken buluyorum kendimi.

- Mal Sylvia Plath. Mal beyanı, malkoç Sylvia, malın önde giden, bayrak sallayanı Sylvia...

Biliyorum, dünya şiirine imzasını döşemeiş bir kadının ardından bunları söylemek gerçekten rezilce, ayrıca çok ayıp. Ama elimde değil, sinirden hücrelerimin titrediğini, "Biz nerelere gidek, başımızı hangi duvarlara vurak?" inildediklerini duyabiliyorum. Neden mi? Anlatıcam efendim.

Bundan yaklaşık dört sene evvel, bu blogun en çok okunan yazısı olan "Yaratıcı Kadının Hayatta Kalma Kılavuzu"nu yazmışım ve şunu itiraf etmem gerek sevgili mümtaz okurlarım; Kılavuzu karga olanın burnu hakikatten boktan kurtulmuyor.

Aslında yazının başlığını "Okuduklarım 2" olarak atacaktım ama velakin kimse okumadığı için, benim okuduklarımın çok bi önemi yok gibi görünüyor nereden bakarsan. Öte yandan, ilk "Hayatta kalma kılavuzu"nda yaptığım bazı tarihi yanlışlardan da dönmem gerekiyordu. Hülasa-ı mehal, bu yazının sebebi şu sıra hem Sylvia Plath'ın günlüklerini, hem de Virgina Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda"sını okuyor olmam. Ve yazının girişinden de anladığınız üzere, malkoç Sylvia'ya çok kızgınım.

Peki niye kızgınım?

Hatırlarsanız ilk yazıda (hatırlamayanlar tıklayıp önce onu okuyabilirler) Sylvia hanım'ın başına gelen tüm felaketlerin tek adresi olarak hasta ruhlu şair eşi Ted Hudges'ı göstermiş, adamı yerin dibine sokmuş ve hatta suratına yağmur misali tükürük yağdırmıştım. Slvia'nın günlüğünü okumaya başladığımda, ilk fark ettiğimse, ikilinin yıldırım hızlı evlilikleri oldu.

O gün 26 Şubat'ı yaşıyorduk ve ben de açıkçası bir yazarın günlüklerini en doğru okuma tekniğinin bu olduğuna inandığım için, Sylvia'nın 26 Şubat 1956'da yazmış olduğu sayfaları açtım. O gün Sylvia, son derece rezil bir akşamdan kalmalıkla, gri bir sabaha uyanmış. Kendisi henüz 23 yaşında, üniversitede bi partiye katılmış, güzelce dağıtmış, tam daha fazla dağıtılamaz ve sıkılanamaz derken ortama şiirlerine hasta olduğu Ted beyler girmiş. İkisi hemen bir odaya kapanıp konyak şatladıktan sonra ateşli bi şekilde öpüşmeye başlamışlar. Hatta Sylvia kanatana kadar adamın yanağını ısırmış filan.

Lakin bunun akabinde Sylvia sırf okulun en çapkın şairi Ted ile adı çıkmasın diye, başka bi çocukla geceyi geçirmeyi tercih etmiş. Hatta ona kendisini aşağılaması için yalvarmış da çocukcağız sadece, şevkatle, Sylvia'ya aptal olduğunu bildirmiş. Sylvia yine depresyona girse de, Şubat'ın 27'sinde bir şiir yazıp Ted beylere itaf etmeyi ihmal etmemiş.

Sonra 6 Mart'ta gelen bir mektup, Richard adlı Sylvia'nın aşkına bir türlü karşılık veremeyen o adamdan gelen mektup, hanım kızımıza dünyayı tersten gösteriyor. "Ben sadece yazmak için varım, okumadığım da 17. -18. yy şairi kalmadı" diye takılan kız sayfalarca "Oh Richard, Paris'e gelip aşkımla ve kararlılığımla buzlarını eriticem. Tüm benliğimle seninim, oh sana bi oğlan doğrusam..." diyerek az değil, 7 sayfa doldurmuş.

Sylvia mektupla alevlen Richard aşkıyla bi hafta kadar orta ateşte pişerken, Mart tüm hızıyla devam ediyor ve baharın da etkisiyle tam bir Kötü Kedi Şerafettin kimliğine bürünen Ted'in, yanında bi şair arkadaşını da katarak, geceleri kızın camına taş attığını öğreniyoruz. Ama taş bi türlü yerine ulaşmıyor. Sylvia uyanıp bunlarla bağıra çağıra Yeats okumalı gece buluşmasını yapamıyor. Onun yerine günlüğüne umutsuzluk içinde "Demek beni gündüz gözüne görecek cesaretleri yok" notunu düşüyor. Tarihler 18 Nisan'ı gösterdiğinde, biz hala Ted ile Sylvia'nın "camına taş attım - ben de sana şiir itaf ettim"den öte bir samimiyetleri olmadığını okuyoruz ve günlük 2 aylık ufak bir kesintiye uğruyor.

Çok değil, 68 gün sonra, 16 Haziran 1956'da Londra St. George the Martyr kilisesinde evleniyor Sylvia ve Ted. Sylvia salağı 15 Temmuz'da bize İspanya Benidorm'dan, o vakitler küçük bir sahil kasabası olup, şimdi Avrupa'nın en yüksek gökdelenlerini barındıran en iğrenç yerinden bildiriyor. Bir şairle evli olmanın haklı gururunu dibine dek yaşayan, balayındaki genç bir kadın olarak... Mutluluktan beyninin yarısı yanık. Diğer yarısıyla pek çok düz yazı ve öyküsüne şekil veriyor o dönemde. Aferim ona.

Sylvia'nın mallık tuzağının başlangıcı, sırf birbirlerine şiir yazıp bundan çılgınca bir yaratıcı sevinç duyuyorlar diye tanımadığı bir adamla evlenmesi ama sene 1950'ler olduğu için bunu hoş görüyoruz, el mecbur. Ted'in başarılarını kendi başarısı bilip sevinçten çıldırdığı 1957 yılı Şubat'ında ikilinin aşklarının iyi gittiğini anlıyoruz. Sylvia'nın günlükleri ağzına dek, tıka basa edebiyatla dolu. Ben ki okumayı söktüğümden beri tüm asosyalliğimi okuma işine yatırıyorum, çok açık söyliyeyim o yaştaki Sylvia'nın ayak parmağı bile değilim. Neyse özetle, gerçek bir yazarın olması gerektiği gibi, "Şöyle bi öykü yazdım, bu yazdığımdan sonradan okuyunca tiksindim, şu eleştirmen, bu şiirime bok attı, içim karardı ölmek istedim" lerle dolu 2 yıl daha geçiriyoruz.

Lakin evliliklerinin üçüncü yılına gelindiğinde, 26 yaşındaki Sylvia bedeninin "üre" çağrısına adamakıllı kapılmış olmalı ki, bebek fikri dışında hiçbir şeye çok yükselemeiyor. Yazın Ted ile beraber Yaddo'ya (N.Y'nin kuzeyinde bir sanatçı komunü) kabul almışlar; kızın tek yapması gereken daha çok yazmak ve çalışmak. Bunu da biliyor ama yapamıyor. Onun yerine "Ay acaba kısır mıyım?" paniklerine kapılıp, koşup mutfakta kısır yapıyor. "Virgina Woolf da çok bunalınca ev temizlermiş" kendini avutup, kalkıp cam siliyor. siftiniyor, kendine acıyor ve oyalanıyor.

Hele bi 20 Haziran güncesi var, kendini kesersin. Yok kendi kısırlığı ile (kısır filan da değil, 2 çocuğu olacak malkoçun) dünya da kısırlaşmış da... Aşkını erkeğine bir bebek vererek kutsayamaz, nihayete erdiremezse Allahım nasıl da yarım kalırmış da... Yok efendim, Ted'i, o muhteşem kocacığını, nasıl kısır bi kadınla evli tutarmış?!! (Bu arada muhteşem kocacığın bebek isteyip istemediğine dair bi fikrimiz yok elbette. Ama ne önemi var? Sylvia aşkını şeyedicek, taçlandıracak hah, evet...)

Bu noktada hemen kendimi tokatlayıp, gittim "Bu karının hiç mi, birazcık da mı feminist düşünceden haberi yoktu?" diye, Simone de Bevoir'ın doğum tarihine baktım. Simon 1908'li, Sylvia ise 1923. "Malkoç, Simone ablasından illa ki bişeyler öğrenmiş olmalıydı ama nerdee?" dedim ve günlüğü ısırmak suretiyle okumaya devam ettim.

Hala da bitirebilmiş değilim. Belki sinirden hiç bitiremem.

Çünkü devam eden günlerde, Syliva daha o çok arzuladığı bebeklere kavuşacak ve "Hassikkttiiiiir laaan, bu ne biçim hayatmış?" diyecek. "Ben kariyeri, para sahibi olmayı önemsemiyorum, erkeğime bebek versem yeter.." yazan Syliva ayacak, "Benimle aynı yollardan geçmiş, benimle aynı dönemde yazan ve adı benim önümde olan herkese öfke duyuyorum!!" açıklayacak. Yazmak istediği dergi kendinden başka kadınları kabul edince bunu kendine hakaret sayacak, artık daha da o dergiye düşmek istemeyecek. Arkadaşı Anne Sexton'un bile arkasından kıskanç gıybetler edecek....

Ah Sylvia, ah benim yetenekli malım. Ah benim dahi kaz kafalım.

***

Ted Huges'a ettiğim haksızlık, her ne kadar türdeşlerinden farksız bir biçimde bencillik saçan bir bünye olsa da, bu zevzek psikolojideki Sylvia'yı kurtaramayacağının ortada olmasından kaynaklanıyor. Sonra da Sylvia intihar ettikten sonra, kızın günlüklerinin son üç yazısını ortadan kaldırmış. Yani Sylvia kafasını fırına sokmadan önceki o netametli Şubat ayında, Sylvia'nın bir yandan en prestijli şiirlerini yazdığı, İngiltere'nin yüz yılın en soğuk kışını yaşadığı ve su boruların donduğu, Ted ile Syliva'nın beş aydır ayrı olduğu ve Sylvia'nın sürekli hasta ve bebek iki çocuğa baktığı dönemin 3 günlüğünü. Ted bu yaptığı günlük yok etme işini açıklarken "Hayatta kalmak -çocuklarım ve kendim için- o zaman bana edebiyattan önemli göründü" demiş. İnsan ister istemez Ted'e acıyor ve Sylvia'nın o üç güncede neler karalamış olabileceğini hayal etmeye çalışıyor.

Büyük ihtimalle onu bir türlü istediği yere taşımayan edebiyat dünyasından başlayıp, sevip sevmediğinden emin olamadığı çocuklarının varlığına kadar her şeyden lanet ettiği yazılardı. Ve işin acısı, bu yazıların yokedilmesi bile, annesini 8 aylıkken kaybetmiş küçük oğlan kardeşin 21 yaşında Alaska'da kendini asmasına, sonradan şair olan kız kardeşin ise hayatı boyunca annesiyle ilgili konuşulan, yapılan ne varsa öfke duymasına engel olamamış.
Trajedi "geliyorum" yazmış yazmış ve sonunda gelmiş.

***

Sonuç şu kızlar.
Erkekler evet, size yardımcı olmazlar sanat yolunda. Hatta normal bi yolda, arabalarıyla yol verdilerse, bu bilin ki ardınızdan götünüze bakmak içindir.
Öte yandan siz kendinize yardımcı olmazsanız, size Allahı gelse yardımcı olamaz.
Bu konuda şu an yerim kalmadığı için değinemeyeceğim, Virgina Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda"da yazdıklarını (mutlaka ve ivediyetle) okuyup, onun sözünü dinlemenizi istiyorum. Gerçi o sadece kurmaca yazmak isteyen kadınlara vermişti bu tavsiyeyi ama ben hepinize söylüyorum. (Gelinler, siz de anlayın.)

"Sanat yapmak isteyen kadının parası ve kendine ait bir odası olmalı."

O parayı anlınızın akıyla (kendinize harcamak üzere) kazanın.
Ve o odanın kapısından içeri bebekleri, kedileri, aşkından öleyazdığınız adamları, su faturalarını, pişirilmesi gereken tavukları, ovulması gereken lavaboları, kimin hakkınızda nasıl düşündünü, yeni sezon kıyafetleri, pedükürü gelmiş ayaklar ve ağdası gelmiş kasıkları, sokmayın!

Ha bi de, adı sizden önde olanların arkasında öfkeyle titremek yerine, bambaşka bir yerde, size hayatı ve sanatınızı sevdirecek, yaşam enerjisi verecek bişey yapın. Misal dağda gezin, misal Peru'da ayuvaska ayinine katılın, misal yoga yapın, paraşütle atlayın....
Çünkü o önünüze şu veya bu şekil geçmiş adlar bitmez. Ama hayatınız, en azından gençliğiniz, çok çok hızlı bitecek.
AYIQ OLUN...

lav yu.

d.

biterken, 
tarihlerimiz 11 mart, bu gece bkm mutfak'ta, türk mizah tarihinde ilk defa, 8 standupçı kadın sahne alacağız. yani benim bu yazıyı örtüp, biraz çalışmam lazım. ayna önünde mimik filan yapıcam. ne acaip işler peşindeyim aq. neyse. isteyen gelsin. bedava galiba. bi de bu yazıdan sonra sylvia bana mezarından bi laneth yolluyomuş... şu anda tırstım lan. neyse. yollama malkoçum, yollama... sen hala tek şiirinle hepimizi döversin. öne geçen adın batsın, keşke 5 sene daha yaşayıp bari bi jim morrison, bi jimi hendrix konserine gideydin. en olmadı bi beatles lan... yine neyse... seni seviyorum malkoç kız.

Newer Post Older Post Home

2 vatandaş cevab hakkı kullandı :

Deniz Ozturhan, samimiyetle yaptigin klavuzluk icin tesekkurler, ayrica komik kadinsin, bu aksam herkesi gulmekten altina kacirtacagina eminim :)

Seni yerim! Öyle güzel, öyle güzel yazmışsın ki. İyi ki yıllar sonra aklıma gelmiş de açıp bakasım gelmiş. Son iki paragrafını duvarlarıma kazıyıp alnıma dövme yaptırabilirim. Lanet hormonlar.