İnanın bu yazıyı yazmamak için kendimle birkaç haftadır mücadele içindeyim.
Ne zaman evde işgüzar bir kedi gibi olmayan bir şeye doğru baksam ve hani
bakakalsam öyle, aynı şeyleri mırıldanırken buluyorum kendimi.
- Mal Sylvia Plath. Mal beyanı, malkoç Sylvia, malın önde giden, bayrak
sallayanı Sylvia...
Biliyorum, dünya şiirine imzasını döşemeiş bir kadının ardından bunları
söylemek gerçekten rezilce, ayrıca çok ayıp. Ama elimde değil, sinirden
hücrelerimin titrediğini, "Biz nerelere gidek, başımızı hangi duvarlara
vurak?" inildediklerini duyabiliyorum. Neden mi? Anlatıcam efendim.
Bundan yaklaşık dört sene evvel, bu blogun en çok okunan yazısı olan
"Yaratıcı Kadının Hayatta Kalma Kılavuzu"nu yazmışım ve şunu itiraf etmem gerek
sevgili mümtaz okurlarım; Kılavuzu karga olanın burnu hakikatten boktan
kurtulmuyor.
Aslında yazının başlığını "Okuduklarım 2" olarak atacaktım ama
velakin kimse okumadığı için, benim okuduklarımın çok bi önemi yok gibi
görünüyor nereden bakarsan. Öte yandan, ilk "Hayatta kalma kılavuzu"nda yaptığım
bazı tarihi yanlışlardan da dönmem gerekiyordu. Hülasa-ı mehal, bu yazının
sebebi şu sıra hem Sylvia Plath'ın günlüklerini, hem de Virgina Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda"sını okuyor olmam. Ve yazının girişinden de anladığınız
üzere, malkoç Sylvia'ya çok kızgınım.
Peki niye kızgınım?
Hatırlarsanız ilk yazıda (hatırlamayanlar tıklayıp önce onu okuyabilirler) Sylvia
hanım'ın başına gelen tüm felaketlerin tek adresi olarak hasta ruhlu şair eşi Ted Hudges'ı göstermiş, adamı yerin dibine sokmuş ve hatta suratına yağmur
misali tükürük yağdırmıştım. Slvia'nın günlüğünü okumaya başladığımda, ilk fark
ettiğimse, ikilinin yıldırım hızlı evlilikleri oldu.
O gün 26 Şubat'ı yaşıyorduk ve ben de açıkçası bir yazarın günlüklerini en
doğru okuma tekniğinin bu olduğuna inandığım için, Sylvia'nın 26 Şubat 1956'da
yazmış olduğu sayfaları açtım. O gün Sylvia, son derece rezil bir akşamdan
kalmalıkla, gri bir sabaha uyanmış. Kendisi henüz 23 yaşında, üniversitede bi
partiye katılmış, güzelce dağıtmış, tam daha fazla dağıtılamaz ve sıkılanamaz
derken ortama şiirlerine hasta olduğu Ted beyler girmiş. İkisi hemen bir odaya
kapanıp konyak şatladıktan sonra ateşli bi şekilde öpüşmeye başlamışlar. Hatta Sylvia
kanatana kadar adamın yanağını ısırmış filan.
Lakin bunun akabinde Sylvia sırf okulun en çapkın şairi Ted ile adı çıkmasın diye,
başka bi çocukla geceyi geçirmeyi tercih etmiş. Hatta ona kendisini aşağılaması
için yalvarmış da çocukcağız sadece, şevkatle, Sylvia'ya aptal olduğunu bildirmiş.
Sylvia yine depresyona girse de, Şubat'ın 27'sinde bir şiir yazıp Ted beylere
itaf etmeyi ihmal etmemiş.
Sonra 6 Mart'ta gelen bir mektup, Richard adlı Sylvia'nın
aşkına bir türlü karşılık veremeyen o adamdan gelen mektup, hanım kızımıza
dünyayı tersten gösteriyor. "Ben sadece yazmak için varım, okumadığım da 17.
-18. yy şairi kalmadı" diye takılan kız sayfalarca "Oh Richard, Paris'e
gelip aşkımla ve kararlılığımla buzlarını eriticem. Tüm benliğimle seninim, oh sana bi oğlan
doğrusam..." diyerek az değil, 7 sayfa doldurmuş.
Sylvia mektupla alevlen Richard aşkıyla bi hafta kadar orta ateşte
pişerken, Mart tüm hızıyla devam ediyor ve baharın da etkisiyle tam bir Kötü Kedi Şerafettin
kimliğine bürünen Ted'in, yanında bi şair arkadaşını da katarak, geceleri kızın camına taş
attığını öğreniyoruz. Ama taş bi türlü yerine ulaşmıyor. Sylvia uyanıp bunlarla
bağıra çağıra Yeats okumalı gece buluşmasını yapamıyor. Onun yerine günlüğüne
umutsuzluk içinde "Demek beni gündüz gözüne görecek cesaretleri yok"
notunu düşüyor. Tarihler 18 Nisan'ı gösterdiğinde, biz hala Ted ile Sylvia'nın
"camına taş attım - ben de sana şiir itaf ettim"den öte bir samimiyetleri olmadığını
okuyoruz ve günlük 2 aylık ufak bir kesintiye uğruyor.
Çok değil, 68 gün sonra, 16 Haziran 1956'da Londra St. George the Martyr
kilisesinde evleniyor Sylvia ve Ted. Sylvia salağı 15 Temmuz'da bize İspanya Benidorm'dan, o vakitler küçük bir sahil kasabası olup, şimdi Avrupa'nın en
yüksek gökdelenlerini barındıran en iğrenç yerinden bildiriyor. Bir şairle evli
olmanın haklı gururunu dibine dek yaşayan, balayındaki genç bir kadın olarak... Mutluluktan
beyninin yarısı yanık. Diğer yarısıyla pek çok düz yazı ve öyküsüne şekil
veriyor o dönemde. Aferim ona.
Sylvia'nın mallık tuzağının başlangıcı, sırf birbirlerine şiir yazıp bundan
çılgınca bir yaratıcı sevinç duyuyorlar diye tanımadığı bir adamla evlenmesi ama sene 1950'ler olduğu için bunu hoş görüyoruz, el mecbur. Ted'in
başarılarını kendi başarısı bilip sevinçten çıldırdığı 1957 yılı Şubat'ında
ikilinin aşklarının iyi gittiğini anlıyoruz. Sylvia'nın günlükleri ağzına dek,
tıka basa edebiyatla dolu. Ben ki okumayı söktüğümden beri tüm asosyalliğimi
okuma işine yatırıyorum, çok açık söyliyeyim o yaştaki Sylvia'nın ayak parmağı
bile değilim. Neyse özetle, gerçek bir yazarın olması gerektiği gibi,
"Şöyle bi öykü yazdım, bu yazdığımdan sonradan okuyunca tiksindim, şu eleştirmen, bu şiirime
bok attı, içim karardı ölmek istedim" lerle dolu 2 yıl daha geçiriyoruz.
Lakin evliliklerinin üçüncü yılına gelindiğinde, 26 yaşındaki Sylvia bedeninin "üre"
çağrısına adamakıllı kapılmış olmalı ki, bebek fikri dışında hiçbir şeye çok
yükselemeiyor. Yazın Ted ile beraber Yaddo'ya (N.Y'nin kuzeyinde bir sanatçı
komunü) kabul almışlar; kızın tek yapması gereken daha çok yazmak ve çalışmak. Bunu
da biliyor ama yapamıyor. Onun yerine "Ay acaba kısır mıyım?"
paniklerine kapılıp, koşup mutfakta kısır yapıyor. "Virgina Woolf da çok
bunalınca ev temizlermiş" kendini avutup, kalkıp cam siliyor. siftiniyor, kendine acıyor ve oyalanıyor.
Hele bi 20 Haziran güncesi var, kendini kesersin. Yok kendi kısırlığı ile
(kısır filan da değil, 2 çocuğu olacak malkoçun) dünya da kısırlaşmış da... Aşkını erkeğine bir bebek vererek kutsayamaz, nihayete erdiremezse Allahım nasıl da yarım
kalırmış da... Yok efendim, Ted'i, o muhteşem kocacığını, nasıl kısır bi kadınla
evli tutarmış?!! (Bu arada muhteşem kocacığın bebek isteyip istemediğine dair bi fikrimiz yok elbette. Ama ne önemi var? Sylvia aşkını şeyedicek, taçlandıracak hah, evet...)
Bu noktada hemen kendimi tokatlayıp, gittim "Bu karının hiç
mi, birazcık da mı feminist düşünceden haberi yoktu?" diye, Simone de Bevoir'ın doğum
tarihine baktım. Simon 1908'li, Sylvia ise 1923. "Malkoç, Simone ablasından illa ki bişeyler öğrenmiş
olmalıydı ama nerdee?" dedim ve günlüğü ısırmak suretiyle okumaya devam ettim.
Hala da bitirebilmiş değilim. Belki sinirden hiç bitiremem.
Çünkü devam eden günlerde, Syliva daha o çok arzuladığı bebeklere
kavuşacak ve "Hassikkttiiiiir laaan, bu ne biçim hayatmış?" diyecek. "Ben kariyeri,
para sahibi olmayı önemsemiyorum, erkeğime bebek versem yeter.." yazan Syliva
ayacak, "Benimle aynı yollardan geçmiş, benimle aynı dönemde yazan ve adı
benim önümde olan herkese öfke duyuyorum!!" açıklayacak. Yazmak istediği dergi kendinden başka kadınları kabul edince bunu kendine hakaret sayacak, artık daha da o dergiye düşmek istemeyecek. Arkadaşı Anne Sexton'un bile arkasından kıskanç gıybetler edecek....
Ah Sylvia, ah benim yetenekli malım. Ah benim dahi kaz kafalım.
***
Ted Huges'a ettiğim haksızlık, her ne kadar türdeşlerinden farksız bir biçimde
bencillik saçan bir bünye olsa da, bu zevzek psikolojideki Sylvia'yı
kurtaramayacağının ortada olmasından kaynaklanıyor. Sonra da Sylvia intihar ettikten sonra, kızın günlüklerinin son
üç yazısını ortadan kaldırmış. Yani Sylvia kafasını fırına sokmadan önceki o netametli Şubat ayında, Sylvia'nın
bir yandan en prestijli şiirlerini yazdığı, İngiltere'nin yüz yılın en soğuk kışını yaşadığı ve su boruların donduğu, Ted
ile Syliva'nın beş aydır ayrı olduğu ve Sylvia'nın sürekli hasta ve bebek iki
çocuğa baktığı dönemin 3 günlüğünü. Ted bu yaptığı günlük yok etme işini açıklarken "Hayatta kalmak
-çocuklarım ve kendim için- o zaman bana edebiyattan önemli göründü" demiş. İnsan ister istemez Ted'e acıyor ve Sylvia'nın o üç güncede neler
karalamış olabileceğini hayal etmeye çalışıyor.
Büyük ihtimalle onu bir türlü istediği yere taşımayan edebiyat dünyasından
başlayıp, sevip sevmediğinden emin olamadığı çocuklarının varlığına kadar her
şeyden lanet ettiği yazılardı. Ve işin acısı, bu yazıların yokedilmesi bile,
annesini 8 aylıkken kaybetmiş küçük oğlan kardeşin 21 yaşında Alaska'da kendini
asmasına, sonradan şair olan kız kardeşin ise hayatı boyunca annesiyle ilgili
konuşulan, yapılan ne varsa öfke duymasına engel olamamış.
Trajedi "geliyorum" yazmış yazmış ve sonunda gelmiş.
***
Sonuç şu kızlar.
Erkekler evet, size yardımcı olmazlar sanat yolunda. Hatta normal bi yolda,
arabalarıyla yol verdilerse, bu bilin ki ardınızdan götünüze bakmak içindir.
Öte yandan siz kendinize yardımcı olmazsanız, size Allahı gelse yardımcı
olamaz.
Bu konuda şu an yerim kalmadığı için değinemeyeceğim, Virgina Woolf'un
"Kendine Ait Bir Oda"da yazdıklarını (mutlaka ve ivediyetle) okuyup, onun sözünü dinlemenizi istiyorum. Gerçi o sadece kurmaca yazmak isteyen kadınlara vermişti bu
tavsiyeyi ama ben hepinize söylüyorum. (Gelinler, siz de anlayın.)
"Sanat yapmak isteyen kadının parası ve kendine ait bir odası olmalı."
O parayı anlınızın akıyla (kendinize harcamak üzere) kazanın.
Ve o odanın kapısından içeri bebekleri, kedileri, aşkından öleyazdığınız
adamları, su faturalarını, pişirilmesi gereken tavukları, ovulması gereken
lavaboları, kimin hakkınızda nasıl düşündünü, yeni sezon kıyafetleri, pedükürü
gelmiş ayaklar ve ağdası gelmiş kasıkları, sokmayın!
Ha bi de, adı sizden önde olanların arkasında öfkeyle titremek yerine, bambaşka bir yerde, size hayatı ve sanatınızı sevdirecek, yaşam enerjisi verecek bişey yapın. Misal dağda gezin, misal Peru'da ayuvaska ayinine katılın, misal yoga yapın, paraşütle atlayın....
Çünkü o önünüze şu veya bu şekil geçmiş adlar bitmez. Ama hayatınız, en azından gençliğiniz, çok çok hızlı bitecek.
AYIQ OLUN...
lav yu.
d.
biterken,
tarihlerimiz 11 mart, bu gece bkm mutfak'ta, türk mizah tarihinde ilk defa, 8 standupçı kadın sahne alacağız. yani benim bu yazıyı örtüp, biraz çalışmam lazım. ayna önünde mimik filan yapıcam. ne acaip işler peşindeyim aq. neyse. isteyen gelsin. bedava galiba. bi de bu yazıdan sonra sylvia bana mezarından bi laneth yolluyomuş... şu anda tırstım lan. neyse. yollama malkoçum, yollama... sen hala tek şiirinle hepimizi döversin. öne geçen adın batsın, keşke 5 sene daha yaşayıp bari bi jim morrison, bi jimi hendrix konserine gideydin. en olmadı bi beatles lan... yine neyse... seni seviyorum malkoç kız.
Halkın Tercihi
-
Simone de Bualemgötünekurbanivoir- Şikago-1954 Şimdi aranızda şaşıranlarınız olabilir; Deniz sen anca dijital reklam, bi de "basılma...
-
Bu yazının sonunda feyk yok. En başından diyelim, harf harf gerçekliğine alışır gibi... Kişisel Yoda'm, eski evimin kadını, küçük kirli ...
-
Hayır, size bu yazıda uğradığım tacizleri, 35 yıllık hayatımda erkek cinsinin zulmüyle, egosuyla ve libidosuyla nasıl imtihan edildiğimi anl...
-
Sevgili başbakanım, Kusuruma bakmayın, başbakanın b'sini büyük yazmadım. Zira son zamanlarda adınızla yazılmak suretiyle baş har...
-
Sovyet Blog'unun çöküşü 90'lı yılların pek çok acaipliğinden biriydi. Bunun yurdumuzdaki etkisi ise çok geçmeden, Karadeniz sahiller...
-
Bir süredir tıpkı ortaokulda inek yıllarımda olduğu gibi kendimi okumaya verdim. Bu inekliğim hatırlarsanız hemen hemen okumayı sökünce başl...
-
Kendimi politik bir insan olarak görmüyorum. Hiç bir siyasi partiye yakınlığım yok. Pek çok resmi ideolojiyi gerekçeli temelinden, p...
-
Ensenin açılmasından mı, biraz Heidi, biraz Amelie, aslında erkek bilinçaltındaki sübyan sevdasından mı ? Bilmiyorum, bilemiyorum lakin bir ...
-
Bu ülkede çok değil bir iki ay önce 27 yaşında bir anne, üşüyen çocukları için saç kurutma makinesini açık bırakıp, yan odada kendini astı...
-
Kuğulu Park'ta in, cin ve bi takım öredekler top oynuyor Tunalı Hilmi Caddesi’nde, gecenin bir buçuğunda, Duman şarkıları bağırarak ...
2 vatandaş cevab hakkı kullandı :
Deniz Ozturhan, samimiyetle yaptigin klavuzluk icin tesekkurler, ayrica komik kadinsin, bu aksam herkesi gulmekten altina kacirtacagina eminim :)
Seni yerim! Öyle güzel, öyle güzel yazmışsın ki. İyi ki yıllar sonra aklıma gelmiş de açıp bakasım gelmiş. Son iki paragrafını duvarlarıma kazıyıp alnıma dövme yaptırabilirim. Lanet hormonlar.
Post a Comment