İşgalevi 5 - Dolapdere'de Son Tango

By | 4/25/2013 2 comments

Ma cherie günlük, comment ça vas?
Bende durumlar bien, hatta trés bien. Fransızca'nın topyekun götlük üzerine kurulmuş bir dil olması dışında çok büyük bir sıkıntım yok Allah'a şükür.
Normal bir dilde kaç zaman olur? Di'li geçmiş, miş'li geçmiş, gelecek, şimdiki, geniş... Hadi diyelim ki şu an aklıma gelmeyen, kod adı "kaburga dolması" diye bir fiil çekimi olsun. Kaç etti? 6. Peki yevşek Fransızlar'da bunlardan kaç tane var? 17.

Bişey demiyorum ama bence ayıp.

Sana yine epeydir yazmadığımı fark ettiğimde takvimler Temmuz ortasını gösteriyordu. O sıralarda, aralarında Banksy ve Blu gibi adamların da bulunduğunu öğrendiğim, ama şahsen hangisinin kim olduğunu bilmediğim 20 kişilik bir sokak sanatçısı kafile, 10 günlüğüne burada kaldılar. Onlar buradayken binanın Dolapdere yüzü tamamen, Elmadağ tarafı kısmen çeşitli grafiti ve stensıllarla kaplandı. Uzmanlar bu işlerin binanın değerini 2 katına çıkartabileceğini söylüyor. (Şaka la, bunu ben Goa Tamgömer'i rahatlatmak için söyledim geçende. Mantıksız da değil hani.)

Sokak artistleri henüz gidemeden ve henüz bina içinde epey kalabalık bir grup insan, oradan oraya kah sprey boya sıkıp, kah boya kafasıyla sendelerken, cazcı abilerimden yazılı bir mesaj aldım. Aşırı kibarlık nedeniyle benle yazılı iletişime geçen abilerim, müzik festivali düzenlemek istiyorlardı. Hatta festivalin programını oluşturmuş, çeşitli grupları çağırmış, sadece bunun için bizimki gibi bir ülkede pek çok yasal izin alınması gerektiğini çok da takmamışlardı. Ne de olsa İngilizlerdi, havalılardı.

Haliyle avukat Arzu Nihal Hanım'ın peşine düşüldü. Bina bahçesi ve konser salonlarının içki ruhsatı, eğlence yeri ruhsatı, cart ve curt ruhsatı alması gerekti.

O meyanda Arzu Nihal Hanım'ın, "Bana devlet dairesinde -Dolpadere'de kerhane işletiyormuşunuz?- diye sordular" sinir krizleri oldu tabi. Ortak alanda tişört içi donsuz gezen bir kızı kulağından tutup don giymeye götürme gibi atarlanmaları, kendi 18 yaşında oğlunu tüm gün stüdyoda kayıtta görünce kapıma dayanıp "Yavrumu da mahvettin" diye ağlamaları da oldu. Ama günün sonunda hiç bir şey laz kadını kararlığı karşısında duramadı. Festival başladıktan 6 saat kadar sonra, İşgalevi'nde ruhsatıyla bilet kesip, içki satılmaya başlandı.

Festival gruplarının hepsini yazamıycam, zaten ben ne olduğunu anlamadan, kendimi dairemi Tom Yorke ile paylaşırken buldum. Yemin ediyorum. Bi sabah kalktım, akşamdan içmişiz leşo gibi, içim yanıyor. Su içmeye aşağı kata indim, bi de ne göriyim? Tom bayan Pollock'la karşılıklı, verandama kurulmuş, koca bir bardak bitki çayı içiyor. Ben tabi önce tanımadım bunu. Evden kovduğumuz ayriş ressamın akrabası kan davasına geldi sandım, ekmek bıçağı çektim. Gerçi ayriş ressamı vurmuş değiliz ama bi an korktum işte. Neyse...

Tom ise ellerini gövdesine sürterek gerindi, sonra o elleri koltuk altına sıkıştırıp; "Senin beni tanımayacağını söylemişlerdi" güldü yamuk yamuk. Dedim "Madem zengin sanatçısınız, ana grupsunuz, sizi otele alsaydık?" . Meğer abi konsere gelmemişmiş. Bu bizim cazcı amcaların en yaşlısı, erik kurusu gibi zenci davulcu var, adı Trope mi, neydi? Neyse, işte onun kankasıymış.  Burada yapılmış -benim haberim bile olmayan- albüm kayıtlarını dinlemiş. Meğer, müzisyenlerin ayaklana ayaklana aldırdığı o kayıt konsolundan dünyada sadece 5 adet üretilmişmiş. Kayıt kalitesiyle şimdiden Londra'da dilden dile dolaşagelmekteymiş.

- İstanbul'da böyle bir yer olduğunu duyunca kalktım geldim. Veri inspayring..." yaptı bu bana.
- İnspayring tabi yarraam. dedim içimden. dışımdansa; O inspayring ne kadar paraya mal oldu biliyor musun? O konsol gelene kadar künefe yemedim ya la ben! manasına gelen bir takım şeyler söyledim.

Elbette abimizin işgalevinde kaldığını kimselere söylemedik. Evin içinde bile çok görünmeyip paso benim daire ve bahçe alanında takıldı zaten bu. Oradan sabahları kedi gibi çıkıp çıkıp, Kamilgilin abeyin taksisine atlayıp İstanbul'u dolaştı. Bahçede de kendime dışarıdan girilmeyen, -sanatçı free- bi alan yaratmıştım. Ortasına gönlünce yayıldı pezevenk. Cazcı amcalar da rakı balığa geldiler. Gık diyemedim. Balık pişirdim.

Uzun lafın kısası Tom artizi parmak arası terlik, aynı tişört ve kafasına taktığı tuhaf bi şapkayla, dört gün dairemde kaldı. Yedi içti, evi ve İstanbul'u gezdi. Nargile, Türk kahvesi, zeytinyağlı yaprak dolmaya bayıldı. Giderken de "Bütün bunların arkasında senin olduğunu biliyorum. Bence herkese söyle. Sanatçıların burada yaptıkları işlerden de payını al, o konsolu Abbey Road'da bulamaz itler. Bişey lazım olursa da bana alo de, olur mu bebexi?" dedi. Son olarak da "O fransız çocuğa da söyle, önce adam olsun, eli iş tutsun. Sonra niyeti ciddiyse gelsin seni istesin" diye de ekledi.

Ben Tom'un gidişinden sonra, İşgalevi Seferberlik Yasası'nı yürürlüğe koydum. Sayısı 67 olan her daldan sanatçıyı antrevuzda toplayıp, evin kendini döndüremediğini, bu şekilde harcamaya ve bireysel olarak üretmeye devam edersek, kısa süre içinde dağılmamız gerekeceğini anlattım. Bu sebeple, sanatçıların bazı işlerini, yahut bunların tüketilmesinden elde edilecek geliri İşgalevi'ne bağışlamaları gerektiğini söyledim. Pek çok kişi bu çağrımı doğal bulup desteklerken, hiç beklemediğim kişilerden ağır tepkiler de aldım.

Banyolardan baygon şekilde toplamak suretiyle evin baş köşesine yerleştirdiğimiz Şebnem hanım mesela. Herkes kızla olan husumetimin Frederic yüzünden olduğunu sanıyor ama durum vallahi de başka. Şebnem odaya geçtiğinden beri hiç bişey yapmadı. Kürk ve deriyle çalışıcam dedi, metal ve simya ile çalışıcam dedi, plastik ve oyun hamuruyla çalışıcam dedi. Ama sadece dedi görgüsüzün kızı. Gelene hay hay, gidene bay bay yapmak dışında, reel bir işini de göremedik. Ne mutfakta kaşık salladı, ne festivalde eli iş tuttu, ne bahçeye baktı... Varsa yoksa fink kare fink.

Bunun gibi birkaç kişi daha, zinhar işlerini İşgalevi kasasına aktarmaya karşı olduklarını bildirdiler. Hatta geçen zamanda unutulan, "benim sanatçı bile olmadığım halde bik bik" durumum yeniden gündeme geldi. Kendime yaptırdığım daire, yüzme ve fitness için getirttiğim ve aslında herkese ders veren hoca alay konusu edildi. Çok ama çok dertlendim. O zaman daha Frederic ile de halvet olmamıştık. Açtım Tom'a telefon, dedim "Ben ne edem?" Dedi; "Salla gitsin amınakoduğumun beleşçilerini. Sana sanatçı mı yok? Londra'dan Brixtol'den paket paket yollarım ben."

***

Ertesi sabah kalktığımda, kendimi kuş gibi hafiflemiş buldum. Çıktım tartıya, hakikatten de hafiflemişim. Müzisyenlerden kalan yere sıkıştırılan spor salonu, boğulayazdığım yüzme dersleri, o fiyatı kol gibi, dünyada 5 adet konsol yüzünden yenilemeyen künefeler işe yaramış. Ama epey bi yaramış. Hayatımda ilk defa leğen kemiğimi görebildiğimi fark edince yavrum bana bi gaz gelsin!! Çıktım Nadia'nın aylardır başımın etini öğütmek suretiyle öğütlediklerini bir bir uyguladım.

Önce yönetim imzalı, kaşeli falanlı, "Ya paylaş ya terk et" kurallarını sanatçılara tebliğ etmek üzere Kamil'e verdim. Sonra Cihangir'den saç tasarımcısı, Nişantaşı'dan stil danışmanı çağırtıp kendime, meykovır yaptırdım. Saçımda bugidi elimde törpüyle çağırdığım Elif ve Nadia'yı ise, akşama mini bir parti hazırlamaları için görevlendirdim. Hoppadanak o gününün sonunda, saat henüz gece yarısını vurmadan, biriciğim Frederic efendi yalana yalana yamacıma kurulmuştu. Çok yalanmasına da gerek kalmadı hani. Oracıkta hallediverdim işimi.

Aslına bakarsan çok romantik bir geceydi. Ne oldu, nasıl olduysa cazcı amcalarım topluluk önünde çalmayı kabul ettiler. Çatıyı ışıklandırıp, ortasına bunlar için alan kurduk. Biri kuyruklu akustik, diğeri mini elektronik iki piyanomuz varmış meğer, küçüğünü çatıya taşımışlar. Etrafına bolca yastık serilmiş, şaraplar açılmış...

Ben nihayet hazır edilip, hediye paketi misali çatıya çıkarıldığımda, Şebnem Frederiç'in neredeyse apış arasında oturmaktaydı. Lakin oğlan beni görünce acıklı bir bakışla yutkunarak, berikini yavru kedi gibi kucağından attı. Bi süre çatıda kovalamaca oynadık. Bana doğru ne vakit yaklaşsa, bir bahane, yahut bir başka muhabbetle oradan uzaklaştım. Sonra biçareye yeterince gözdağı verdiğimden emin olunca, piyanoya yakın bir mindere uzandım.

Frederic baktı ki olacak gibi değil, amcalara bir şarkı sipariş etti. Adı ipanema'lı kız mıymış, neymiş. Colarado'lu caz şarkıcısı Austin diye bir hanımefendimiz var, şarkıyı söylemedi adeta tereyağı gibi eritti. Biz o esnada dolunayın altında, Frederic'in eli leğen kemiğimi iyice kavramış halde, dans etmekteydik. İki salındık, biraz daha beyaz şarap içtik ve kimseye aldırmadan uzun uzun öpüştük.

O geceden beri, kendisi her sabah yanımda uyanıyor. Akabinde neşeyle kalkıp, aşk sanatını ilk kez bir Fransız'dan öğrenerek ne kadar doğru bir karar aldığımı vurguluyor. Gerçi dediğine göre bu konuda doğuştan sanatçıymışım. Hülasa iltifatın, yatağa gelen kahvaltının, şımartılmanın ardı arkası kesilmiyor.

Ev işlerine gelince, festivalden çok para kazanmadık ama devam konserleri acayip iyi geçti. Sergilerde birkaç parça iş satıldı. Daha da komiği bazı insanlar ön bahçeyi kafe olarak kullanmaya, turistler binayı gezmek için kuyruğa girmeye başladılar. Akmasa da damlıyor özetle. Goa Tamgömer zaten İnna'yla evlenmek için niyette.

Biz de Eylül'de Frederic'le Paris'e gidiyoruz. Oradan kısmetse biraz Avrupa, hatta belli mi olur, belki de Amerika. Elif ve Nadia oy birliği ile geçtiler yönetimin başına.

Denecek başka birşey yok, sana veda ediyorum günlük. "Bu defterde hep sana ettiğim fenalıklar yazıyor, ona devam etme yavrum" diyerek, çok şirin bir başka defter satın almış sevdiceğim. Bu hususta haliyle bir Türk kızı olarak, beyimi dinleyeceğim.

Şaka la şaka, şimdi yurt dışında öteki defter daha pratik, ufak felan. Dönünce gene sana yazarım söz. Fransız usulü öpüyorum.

İşgalevi - Ağustos 2013

n.

Newer Post Older Post Home

2 vatandaş cevab hakkı kullandı :

ça va?

This comment has been removed by the author.