Hepimiz anlamlı bir şeyin yörüngesine girebilmek için evrende başıboş dolanıp duruyoruz... |
Tanrısal düzensizliğe öykündüğümüz sıradan bir bahar gecesiydi. Ona daha o gün, uzun bir mektup yazıp, dünya üstünde önceden yazılmamış hiçbir şey olmadığını anlatmıştım. Bana cevap vermek yerine, akşamüstü buluşmayı önermişti ama gün iyice batana, kızıllık yerini katmanlı mavilere bırakana kadar da ortada görünmedi.
“Olsun” diye düşündüm onu beklerken. “Olsun”, bir teselli değil de daha ziyade bir temenniydi o an için; yeter ki olsun. “Hele bir olsun da, nasıl olursa olsun” diye için için yanan ufak, kırmızı bir temenni… Cennet yeter ki var olsun. Bizler, yani aşıklar, müptezeller, hayalperestler, o imgenin huzuruyla, cehennemde güle oynaya yanarız, dert değil.
Buluştuğumuzda, hala verecek bir cevabı olmadığından, bir deniz kıyısında elimi tutup, korkunç derecede akla yatkın yalanlar sıralamaya başladı. Şayet bu denli akla yatkın olmasalar, yalan olduklarını asla anlayamazdım. Ev kirası ve beyaz eşya, araba ve kasko, banka kredisi ve maaş bordrosu kelime öbekleri, dudaklarından küfür değilse de, kokusu nahoş tükürükler gibi saçılıyordu gecenin baharlı berraklığına. Kafamı sağa yatırıp, boynumun açıkta kaldığı için tek ısırılışta koparılmayı bekleyen narinliğiyle dinliyordum onu. O hala elimi hafif hafif, varla yok arası sıkıyordu.
Bizim el ele tutuşmaklığımızdan birkaç metre ötede, gece gibi denize yahut deniz gibi geceye durmaksızın olta savuran üç adam vardı. Biri o esnada türkü söylüyor, biri durmaksızın ağzının kenarındaki cigarayı körüklüyor, sonuncusu ise gençliğinde oltasına takılan bir deniz kızının, vaktiyle çağıl çağıl kucağında kıpırdayan saçlarından bahsediyordu. Hiç deniz kızı görmüşlüğümüz olmadığından, mecburen türküye ve cigaraya eklendik. Ama kulağımız hala deniz kızının saçlarından bahseden balıkçıdaydı. Deliliğin bulaşıcı olma ihtimaliyle kabarmış kulağımızdan başka bir şey düşünemiyor, ne yapıp edip, o delilikten, bir soğuk algınlığı gibi, kapmak istiyorduk. En azından ben o anda, sevgilimin de benimle aynı tonda ve anda delirmek istediğini düşünüyor, hayır düşünmek de değil bu, düpedüz arzuluyordum.
Balıkçının lafına inanılacak olursa deniz kızı hiçbir zaman bir çift bacak arzulamamıştı. Balıkçı bu isteksizliği hatırlarken gözleri doluyor, boğazındaki tesellisiz ızdırap yumağı yutkunulmaz oluyordu; bakınca anladık. Bu bacak istememe hadisesini, yeterince sevilmediğine yormaktaydı balıkçı. Öyle ya, yeterince sevilseydi şayet, denize ait de olsa, o deniz kızı balık kısmını kestirip atmaz, erkeğiyle bir olmak için kendine şöyle bir çift işe yarayan bacak edinmez miydi? Ayağa kalkıp, eteğini beline toplayıp, pazara çarşıya, sevdiğine börekler açmak için pazı, ıspanak ve lor peyniri bulmaya gitmez miydi?
Öyle miydi? Değil miydi? Türkü ve cigara giderek zor geçmeye başlamıştı. Deniz kızıyla teması olan balıkçının yüzme bile bilmediği, öğrenmeyi hele hiç düşünmediği ortaya çıkınca, ortam biraz karıştı. Işıkları sıra sıra yanan, şiir gibi bir vapur geçti uzaktan. O bile bir aralık durup, kıyıdaki sorumsuz balıkçıyı ayıpladı.
Neden sonra balıkçıların zamanda ve uzayda bir simetri yaratma hevesiyle yan yana dizildiklerini anladık. Gerçi sevgilim bunu, SGK borçları ve taşeron işçilerin tembelliği konularına çok yakın bulmuştu. Konuyu hep oralara bağlamaya çalışıyor sonra da bir yuvanın olmazsa olmazının dış cephe yalıtımı olduğu konusunda ufak bir nutuk atmak istiyordu. Ben ise kimi konuları anlamakta geç kaldığımı düşünüyordum.
Zaman benimle aynı fikirde değildi hiç. Zaman, anın şaşmaz doğruluğundan başka bir meşruiyet aramıyordu. Çünkü sinsi bir çakaldı ve ay neredeyse batıyordu.
Anladığım kadarıyla, balıkçılardan türkü söyleyen, kozmosda umudu ve hasreti temsil etmekteydi o gece. Türkü söyleyen balıkçının eskiden marangoz olduğunu iki parmağının artık yerinde bulunmayan uçlarından anlamıştım. Çok yontmuş, kesmiş, aşındırmış, en nihayetinde sözlerini kan güllerine, geçmiş ve geleceğin buluşmazlığına, bir mahpusluk, bir içinde kapalı kalmışlık haline bağlamıştı. Geçmiş idi, türkü söyleyen balıkçı. Artık orada olmamanın acısını, biz fanileri durduk yere hüzünlendirerek çıkartıyordu.
Sigara tüketen, henüz 22 yaşında var ya da yok; en genç balıkçıydı gördüğüm. Kozmosun şimdisiydi; sürekli, an be an, sıkıla sıkıla tükenen, tüketilen şimdi... Kaka kana sonu gelen, sonun içinde kendini var eden, suskun, göz ardı edilen, sadece hırsla sömürmeyi bildiğimiz şimdi... Biz ise birbirimizi tüketiyorduk; sözlerimiz ve yalanlarımız, deja vu ile unutkanlık arasında boş bir satır gibiydi, şimdi. Biz nefesle köklemesek o sigarayı, rüzgar gelip içecekti, şimdi. Yine habersiz geçecekti, ah hep o şimdi... Düpedüz çaresizdi şimdinin bağımlılığı; neresinden tutsak, elimizde kalamıyordu.
Sonuncu balıkçı, yani deli olduğundan hiç şüphe duymadığımız deniz kızı sevdalısı, geleceğimizdi. Her şey sona erdiğinde, başkalarının gözünde, hayali, imkansız, atmasyon, iptidai, müşkülpesent, manidar, hanidiyse masal ve boş – ama kıyasıya boş- bir gölge olacağımızı muştuluyordu. Deniz kızının saçlarının o kucakta kıvıldanışı hiç gerçek olmamıştı; diplerde dalgalanan yosunları saça benzetmişti sadece balıkçı. Gittim diye anlattığı denizlere hiç ulaşmamıştı; en fazla Heybeliada’ya kadar kürek çekmiş, o esnada başına güneş geçmiş olacaktı.
Gecenin sonlarına doğru, türkü söyleyen balıkçı denizdeki tüm tuzu burundan tek seferde çekip, derin bir sessizliğe gömüldü. Onun suskunluğunun gölgesinde bu kez sigara içen bir takım türküler söylemeye başladı ama neyin ne olduğu, hangi yöreden söylediği hiç anlaşılmıyor, sürekli potpuri yapıyordu. Onu ne dinlemek, ne anlamak, ne de eşlik etmek istiyordunuz böylece. Çünkü hepsini yapabilmek için yegane bir tek şeyi, onu kabullenmeyi öğrenmek gerekiyordu. Canımız çekmiyordu bunu.
Velhasıl hepimiz, anlamlı bir şeyin yörüngesine girebilmek için uzayda başıboş dolanıp duruyorduk o gece. Yörüngeye girmek yahut sokmak için gerekli olan güç; kütle çekimi, gerçekliğin süslenmiş tatlı bir hali yahut gereğinden uzun sürmüş bir ayrılık olabilirdi. Ben bunları dert etmiyordum zira, bana sorarsanız, hakkında daha önce defalarca yazıldığı halde tekrar yazmaya değer yegane iki şeyin aşk ve mevsiminde Kırkağaç kavunu olduğunu, anlayanlar anlamıştı. Sevgilim hariç. O bir mühlet daha, mutfak ve banyo tadilatı, ev sahibinin kira gecikmesinde gönderdiği tebligatı, Merkez Bankası faiz indirimi ve tuvalet kağıdının evde azalan varlığı konularına değindi. Bense kavunları düşündüm. Sarı, olgun, tatlı, kavunları…
Nihayet, benden gelen öneriyle, deniz kızından bahseden balıkçıyı, altı okka yapıp, denize attık. Küçük, plansız bir cinayet gibiydi bu. Kimse ölmedi gerçi. Ama öyle bir boşluk oldu ki o gidince, hepimiz hükmen ölmüş sayıldık.
* Masa Dergi Haziran 2018'de yayınlanmıştır.
biterken,
kalbimde dövmesi olan bi yazıydı. dövme kaldı, kalp geçti.
hep şaşırıyor olacağım buna.