Hint Okyanusu'nda Tropik Aşk Üçgeni

By | 11/30/2015 1 comment
(Bu yazı Ekim 2015'te Penguen'de basılmış olup, "Gözümü açtığımda" absürdlüğünün başlangıcına tekabül eder.)
GÖZÜMÜ AÇTIĞIMDA, Hint okyanusuna bakan camgöbeği bir kumsalda, tahta ve sazdan yapılma basit fakat zarif bir kulübenin içindeydim. Akşamdan kalmalığımı üstümden atmak için hizmetli kızın getirdiği meyve sumuthimi kafama diktim ve ağzımı elimin tersiyle vahşice silerken, hangi günde olduğumuzu düşündüm.

Adaya geldiğimden beri, gün, gündem, Tayyip sesi, dolar kuru gibi dertlerimden tamamen sıyrılmış olduğumu o an anlayarak, pişkin pişkin gülümsedim. Dünyada acı çekmenin yaşam biçimi olmadığı, her gün insanların sapır sapır ölmediği yerler de vardı ve ben onlardan birindeydim. O sevinçle denize atladım ve mercan resiflerine kadar yüzerek kendime gövde gösterisinde bulundum. Hatta dönüşte tıpkı Avrupalı hippi bir kız gibi kumlarda yoga da yapacak, bireysel huzurumu ince beyaz kumullarla perçinleyecektim.

Ne var ki, kader bana layık gördüğü acıların sonuna gelmemiş. Resiflere geldiğimde yorulmuştum. Normalde her sabah Twitter’a bakıp kahvaltı öncesi limonlu çay ile 3-5 sigara tüketen bedenim fazla oksijen ve serotonini ne yapacağını bilememiş olacak ki, kalçamdan topuğumua dek saplanan krampın esiri oldum. Kramp deyip geçmeyin, bir rahatsızlık değil adeta bir adamdı sanki giren kramp; maç çıkışı sustalı çeken bir Fikirtepe delikanlısı kadar zalimdi. Velhasıl olduğum yerde su yutarak debelenmeye, ıssız kumsala doğru çaresizce “Help Help” şekli bağırmaya başladım. Sonrası uzun mavi bir sessizlik…

Tekrar gözümü açtığımda içinde bulunduğum cennetin apgıreyd olduğunu görüp içimden ufak bir sevinç çığlığı attım. Zira hala aynı beyaz kumullu sahildeydim ve bu kez başımda batı Avrupalı kimliklerini inci dişleri, külllü sarı perçemleri, tüysüz uzun vücutlarıyla doyasıya yaşayan iki genç adam duruyordu. Resiflere dalmaya çıkmış, Norveç fiyordlarının lacivert gözlü delikanlısı Wotzic ve Büyük Britanya’nın büyüklüğünü tekrar gözler önüne seren, resmen fularıyla dalmaya gitmiş Adams, endişeyle yüzüme bakıyor, bana bir sonraki suni tenefüsü yapmak için adeta yarışıyorlardı. Kıyamazdım, ki kıyamadım. “Şimdiye  dek aldığım nefeslerin tadı yokmuş!!”, benzeri iltifatlarla ikisini de sakinleştirdim. Tatilim nihayet maceraya doyacak gibiydi.

Günler geçiyor, Adams ile Wotzic’in bana olan şevkat ve seksüel enerjiyle yoğrulmuş ilgileri katlanarak büyüyor, bense seçime giden kararsız vatandaş gibi bir türlü mührü kime vursam bilemiyordum. İnsan bu kibar delikanlılara baktıkça, 10 tane mührü olsun, beş beş aralarında paylaştırsın istiyordu. Buna rağmen seçim yapmam şarttı çünkü Avrupa standartlarındaki bu gençler birbirlerini kız yüzünden şişlemeyi reddediyor, gayet “bro bro” takılmalarını sürdüyorlardı. Bu duruma içten içe bozulduğumu, arada birbirlerine karşı oğlanları fişteklemeye çalıştığımı saklayacak değilim. Şükür rabbime, bu fiştek çalışmalarım meyvesini verdi ve yine hep beraber sürat teknesiyle gezip, sumuthi içip, vaka vaka dansları ettiğimiz bir günün sonunda geçler, beni paylaşmak amaçlı, çok sert bir tenis müsabakası yapmaya karar verdiler. Maçı alan beni de almış sayılacaktı. Diğeri ise hayatımızdan çıkıp gidecekti. Çaresizce bu moderniteye boyun eğdim ama tenis sevmediğim için maçı izlemedim açıkçası. Galibi büyük bir heyecanla tahta barakamda, bembeyaz cibinliğim içinde bekledim.

İngiliz rakibine azmiyle fark atan Wotzic, beni ve aşkımı kazanmıştı. Beraber ilk günlerimizde kaybettiği arkadaşı Adams için azıcık içlense de, benim deneyimli kollarımda bu mutsuzluğunu kısa zamanda unuttu. Varını yoğunu bana, ilişkimize ve yanıma taşındığı için, tahta kulübemize yatırmaya başladı. Elinden her iş gelen bir delikanlıydı Wotzic, sanki analar onu benim için doğurmuş, hamurunu her türlü ev işi, tamirat, dizayn ve dekorasyon ile yoğurmuştu. Kısa süre sonra içinde önceleri yatak ve cibinlikten başka bir şey olmayan kulübemiz, rustik bir kuzey evine benzemeye başladı. Akıllı tasarımlar etrafımızı sarmış, olmayan camlara canlı renklerde perdeler asılmış, kulübeye 46 parçalık antika yemek takımı, %100 bambu dokuma çarşaflar ve daha nice şeyler alınmıştı. Wotzic resmen yuva kurucu bir kuş misali çarşı pazardan sürekli ihtiyaç topluyor, evimizin hiçbir şeyini eksik etmiyordu.

Ben önceleri bu yuvalanma faliyetini memnuniyetle karşılasam ve Wotzic’e Türk erkeklerinin ne evden, ne işten zerrece anlamadığını, hepsinin zevksiz herifler olduğunu dedikodulasam da, işler giderek zorlaşmaya başladı. Wotzic beni kumlu terlikle kulübeye sokmuyor, seviştikten sonra yatakta zinhar sigara içtirtmiyor, zaten öncesinde de dişlerimi üç kez fırçalattırarak beni diş ve dişeti rahatsızlıklarına karşı korumayı görev biliyordu. Beslenme programımı ise ele geçirmişti. Önce pesketeryan, sonra vejeteryan, en son vegan olmuştuk. Wotzic’in elleriyle topladığı çiğ meyva, tohum, fındık fıstığı tüketmekten kulaklarımın üstü tüylenmeye, içimde kemirgenlik emrareleri oluşmaya başlamıştı. Gözüm her yerde domuz pastırmasına elli kollu girişen, cızbız köfteyi beşer beşer götüren Adams’ı arar olmuştu. Wotzic ile kuzeyli oda orkestraları, efendime söyliyeyim yok Wagner,  yok Schubert filan dinlemekten yüzümde renk kalmamıştı. Bazı sabahlar çok uzaklardan gelen bir Ankara havası melodisiyle uyanıyor, tüm sabahımı kumlara iri iri bıyıklar çizerek geçiriyordum.

Bir gün daha fazla dayanamayıp motorsikletime atladığım gibi kasaba merkezine doğru yola çıktım. Niyetim yeni yüzler görerek aklımı dağıtmak ve belki de Adams’a denk gelip, nasıl bir hata yaptığımı itiraf etmekti. Uzun uzun sokaklarda bir başıma dolandıktan sonra Adams’ı bir bilardocuda buldum. Elinde birası ve sigarası, gömleğinin önü bele kadar açık, tek gözünü duman gelmesin diye kısa kısa üç bant oynuyordu. Çekingence yanına yaklaştığım Adams bana yüksek sesile “Selamın aleyküm!” diye bağırmasın mı? Ne yapacağımı şaşırmıştım. Adams ise güvenle gülümsüyor ve beni kaybettikten sonra acısını dindirmek için Tayland’a ziyarete gelen tüm Türklerle ahbaplık ettiğini, onlara verdiği dalgıçlık dersleri karşılığında Türkçe ve Türk kültürünü öğrendiğini anlatıyordu. Küfürde, ölümcül araç kullanmada, Twitter trollüğü alanında uzmanlaşmıştı. Hatta kulübesini tuğla ve çimentoyla camsız, sadece kapısı olacak şekilde ördürtmüş, sonra sırf adada ses olsun, yaşadığımız ortaya çıksın diye matkapla cam açtırtmıştı.

Adams kulübesinin balkonunu iki kez eve katmak amaçlı kapattığını, belediyeye şikayet olunca yıktırıp bu kez komple pimapen yaptırdığını öğrendğimde artık kendimi durduracak takatim kalmamıştı. “Sus artık yalvarırım!” diyerek dudaklarına yapıştım Adams’ın.  O ise beni sertçe yere iterek “Arkadaşımın aşkısın sen, kahpe!” diye bağırdı. Sonra elbette yerden kaldırıp hastaneye götürmeyi teklif etti çünkü genlerinden gelen bazı sıkıntıları aşması o kadar da mümkün değildi. Yine de ilk kavgamızı bikinimin boyutu üzerine ettiğimizde, sonunda doğru seçimi yaptığımı anlamıştım.

Sevgi emek demekti… Sevgi, Batı’nın ahlaksızlığıyla handiyse tam  bir godoş gibi rahat takılacak adamı, kıskanç bir erkeğe dönüştürme çabasıydı… Ve biraz emekle Adams’tan tam ağzıma layık bir erkek üretebileceğime emindim.  Onun çipil gözlerine hülyalı hülyalı bakarken “Büyük bi tek taş isterim yannız. Ee beni alıyosun olm, kolay mıa?” diye fısıldadım.

**

biterken,
penguen'de çıkan diğer yazıları da ara ara bloga koyacağım ki, maksat neydi? ayağınız alışsındı.
maksat neydi? hareket olsundu. onun dışında, yarın, yani sanırım 1 aralık salı günü, tamamı hatun standupçılardan oluşan gecemiz vardır. kısır ve mizah konsepti olacağını sananlar yanılır. kısır yok. kısır döngü var. olayın linki: beni tıkla

ayrıca kış geldi. 
aman ha, birbirinize sokulmayı unutmayın. 
yoksa üşürsünüz...

lav,
d.




Newer Post Older Post Home

1 vatandaş cevab hakkı kullandı :

Biri said...

Deli misin sen bu nası bu yazı :D