Son Şeyler

Showing posts with label siyaset. Show all posts
Showing posts with label siyaset. Show all posts
Bencil insanların aşkları da kendilerine benziyor. Sevmesine seviyorlar lakin o sevginin her gün içinde çapa yapılması, sulanması, ter dökülmesi gereken bir bahçe olduğunu fark edemiyorlar. Hep bir bireysellik tutturması, hep bir “Ben bahçeyi bazı bazı bırakıp gideyim. Yağmur yağar nasılsa!” sallaması... Yağmur yağar yağmaz, sen orasını karıştırma. Sen bahçede nelerden sorumlusun, ona bak. Etrafta yardımına ihtiyaç duyan bir çimen, aşılanacak bir fidan var mı? Onu düşün. “Hiçbir yere gitme, göbeğinden bağımlı ol sevdiğine.” demiyorum elbet. Ama gideceksen de, döndüğünde cebinde hep yeni tohumlar olsun.

Hem bir bahçenin gerçekte ne kadar büyük olduğunu, içinde çalışmadan asla bilemezsin.

**

Belki biliyorsunuz sevgili hükümütemiz şu sıralar evliliği destekleme kararı aldı. Taze sevdalı bir çiftseniz ve henüz 27 yaşını aşmadıysanız, devlet destekli çeyiz kredisi alarak derhal mutlu ve evli bir çifte dönüşebiliyorsunuz. Hanım kızımız devlet desteğiyle gelinlerin tatlı telaşesini doyasıya yaşarken, “Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır” atasözümüzü usulca gerçeğe dökebiliyorsunuz. Sonra gelsin çok yapılan, zor bakılan, iyi eğitim alamayıp, hep gariban kalan, en zor işlere koşulan çocuklar... Velkam tu kalitesiz nesil!

Her şeyden önce, devletin bence daha ziyade yaşlıları evliliğe teşvik etmesi gerek. Genç dediğin zaten adı üstünde, aklı bir karış havada, gönlü yangınlı bir kişi. Hayat hep öyle mide kelebekleriyle akacak sanıyor yavrum; onu bıraksan zaten evlenir. Halbuki 35’ini geçmiş, insanlığa ve aşka kısmen inancını yitirmiş bir bireyi evliliğe ikna etmek öyle kolay mı? İşte asıl ona paranın ucunu göstermeli devlet. (devlet bizi de görsüncülük.com)

Bir de tabi, gençlerin gerçek ihtiyaçları meselesi var. Zannetmiyorum ki ülke nüfusunun yarısını oluşturan bu kitlenin tek derdi, oturma odasını aldığı kadar kırlentle doldurmak,yahut mutfağa ankastre fırın ve davlumbazla hava katmak olsun. Bu insanlar dünyayı tanımak ister, okumak, öğrenmek, kendini aşmak ister. Hülasa “devlet evlenmeye vereceği desteği sanata, bilime, spora yatırsa ya?!” diyeceğim ama zaten kime diyorum? Oralar hep boş küme.

**
Evrende çözemediğim sırlardan biri de sonsuza dek pahalanabilen ev aletleri. Özellikle yukarıda adını andığım ankastre fırın mesela, yemeğin tadına muazzam bir ankastrelik, bir mobilyaya gömülmüşlük katıyor olmalı. İnsan o fırında pişen ıspanaklı böreğe diş geçirdiğinde, “Hımmm, işte tam aradığım tat. Mutfak yüzeylerinde pürüzsüzlük…” şekli farkındalıklar yaşamalı. Şaka bir yana, blendır bir yana dostlar. Birkaç ufak işlevsel gerecin dışında, çoğu ev aletinin ziyadesiyle faydasız ve kolpacı olduğunu kabullenmek durumundayız.

Açıkçası benim şimdiye kadar yediğim en muazzam şeyler, akla gelebilecek en ilkel şekillerde üretildiler. Kuyu içinde tandıra kadar gitmeyeceğim. Herkezin çocukken evinde bulunan, o yuvarlak, o her fişe takıldığında evin kontağını attıracak denli dandik fırınları saygıyla hatırlasak yeter. Ne kekler, ne kıymalı poğaçalar pişti onlarda, hey gözünü sevdiğim… Maharet fırında değil, annedeymiş meğer.
Mutfaktaki dandik gereçleri en yaratıcı şekillerde kullandığına şahit olduğum kişiyse, şüphesiz anneanemdi. Tasarrufu DNA’ya işlemiş nesilden geldiğinden, öyle her gün büyük fırını yakamazdı, pastaneden bir şey zinhar alamazdı. Bu vesliyle, teflon tavanın üstünü önce cam kase, sonra havlu ile kapatıp, bilmediğim bir yerinde su kaynatarak  “ocak üstü fırın” icat etmişti kadın. Bir nevi mutfağın Mc Gyverı olmuştu. Belki gizli gizli Mc Gyver izleyip feyz de alıyordu, şimdi düşününce. Zira balkondaki çiçeklere yokluğunda su taşıyacak “bezden şeritler projesi”ni ve karıncaları güneşlenen reçellerden uzak tutacak “su bendi projesi”ni yine onda gördüm.

Şimdi eskileri övmek gibi olmasın ama torunuma aktarabileceğim en büyük el becerimin PS konsolunda karakter zıplatma (kimileri için çömme ve adam vurma) olması biraz tuhaf, bir tutam da acıklı sanki.

**

Herkese (mutlu olmak veya etmek için) daha azına ihtiyaç duyup, daha çoğunu üreteceği bir hafta dileğiyle, gittimdi.
Bu yazıya başlamadan önce, oturup biraz ağladım. Göstere göstere ağlamadım ama.. Çünkü asıl acısı olandan utanırım.

Bu yazıya başlamadan önce, epey bi terledim. Irgat gibi işe vurdum kendimi yaz sıcağında. Çünkü ülkemde sapır sapır insanlar ölüyor, savaş çıkıyordu ve elimden gelen tek şey, yer silmekti. (feministler dövün beni)
Bu yazıya başlamadan önce kalbimi yokladım, ağrımayan tek tarafı yoktu. Sanki sırtımdan böğrümden onlarca yumruk yemişim gibi.
Bu yazının başına oturmamak için resmen kendimle savaştım. Çünkü bi kere başlasam hiç bitmeyecek sanki.
Bu yazı ve diğer yazılar da yerin dibine batsın bi yandan. Hiçbiri bu toprağın kan özlemini gidermiyor. Ne yazsak yetmiyor, belki kimse merak etmiyor.
Ve herkes zır deli.

***

Vapurdayım, yeni ama daha az sevimsiz olan vapurlardan birinde. Çok çişim var ve mal gibi tuvaletleri eski yerlerinde arıyorum. Henüz alışamadım; alışmak yaşlandıkça daha zor. Bana bir vapurun dışında niye tahta bank olmadığını anlatmaları çok uzun sürecek mesela. Ben daha yıllarca her seferinde, o aynı köhne ama püfür püfür vapura bineceğim. Neyse, tuvaleti bir sıkıntı çıkmadan bulmayı başardım. Fakat benim için sıkıntının büyüğü, tuvalet kapısı kapanınca başladı.

Tuvaletin kapısında koyu kiremit rengi rujla, iri iri "Jin, jiyan, azadi" yazıyor. Altında Türkçe'si de var: "Kadın, yaşam, özgürlük". Bir de az sağına #direngençliğim yazmış garibim. Kimbilir gençliği ne kadar dandik geçiyor. Zira belli ki Kürt, belli ki kadın, belli ki ötekinin dibinde. Hani ben İzmir kızı, seküler aileli halimle Türkiye'de yaşan bir kadın olmaya dayanamıyorum ya bazen... Ona kimbilir neler oluyor.

Yazının üst tarafında kurşun kalemle çizilmiş barış işareti var, üstü itinayla karalı. Birileri barışın üstünü iyice çizdikten sonra, okla kendi yorumlarını göstermişler. Okun gösterdiği yerdeki yorum ise bol küfürlü. Tam metni hatırlamıyorum ama işin içinde "apo,  .rospu,  o.. çocuğu, s.kmek" gibi kelimeler var. Büyük bir kinle yazılmış. Öyle ki, tuvalet kapısına hayatının anlamı gibi, üstelik hiç de anlaşılır olmayan bir Türkçe'yle yardırmış biri. Muhtemelen o da kadın. O da bu ülkede artık bahtına düşen sıkıntı, çile, dert neyse onu yaşıyor. Ve çok öfkeli.

En son, her ikisinin ortasına, siyah mürekkebi, okunaklı yazısıyla bir uzlaştırmacı not bırakmış. "Her iki fikri de dinledim, ikincinin olduğu yerde ilki daha mantıklı geliyor. Artık kimse ölmesin." manasına gelen bir iki kelam düşmüş. Kim yazmış bilmeme imkan yok. Ama ben Kadıköy'lü, dövmeli, saçlarının bir tutamı farklı renkte genç bir kız hayal ediyorum. Ya da belki sabah vapura yetişmek için çişini tutmuş, sonra tuvalete girince o günün toplantılarını, evrak yükünü filan unutmuş, ben yaşlarda bir abla. Vapurda mizah dergisi, kitap ya da gazete okuyan, iyi biri.

***

Bu bir tuvalet hikayesi olarak kalsın isterdim. Ama kalmadı, kalmıyor. Ülkenin tuvaletlerinden bile nefret akıyor; düşmanlık, üzüntü, kaygı, Allah ne verdiyse akıyor üstümüzden. Üstünden şu an F 16'lar geçmekte olan çocukları düşünüyorum sonra. Kimbilir ne sağır edilmiştir minik kulakları. Silah ve savaş uçağı sesleriyle büyüyen bu kaçıncı nesil, kendi de bilmiyor. Onlarda badan oğula, anasından kızına gelenek, şehit vermek.

Şehit ve devrim kelimelerini aynı oranda sevmediğimi, bugün keşfettim. Bence kimse şehit olmuyor, ölenlerin hepsi, baya baya ölüyorlar. Onlar için öte tarafta düşünülmüş bir ödül, plaket töreni filan da yok. Dünya onların ölümleriyle ne daha güvenli oluyor, ne daha güzel... "Katledilen çocuklardan birinin annesine bunu söyle" derseniz, kendimi keserim üzüntüden, orası ayrı. Kimsenin elinden, çocuğundan kalan tek gadigarı, bir umudun ışığını almaya kıyamam. Ama üzgünüm, bence şehitlik, bayrak gibi, ne bileyim o gaz marşlar gibi, insanları bir amaç uğruna ölmeye alıştıran, çok ince tasarlanmış ve çok düzmece bir kavram.

Devrim hele, solcu arkadaşlarım kusuruma bakmasın ama şimdiye kadar hiç şehitsiz yapılmadı. Şehit, zayiyat, ecnebinin deyişiyle casualty... Siyaset yalancı, insanı değil başlangıcından beri kendi varoluşunu düşünüyor. Hiçbir siyasi fikir de bu ilkeden muaf değil. İnsanoğlunun bildiği, ürettiği her bir siyasi sistem bir sürü çocuk öldürdü şimdiye kadar. Kadın ve erkek de öldürdü. Kimisi toplu, kimisi tek tek, her biri kitabına uydurarak, milyonlarca insanı çatır çatır öldürdüler. Birbirlerine düşman ettiler, yoksullaştırıp köle ettiler. Şimdi sorsak, işid bile devrim yapıyor. Ve evet, bunu da yiyenler var. Avrupa'nın tatlı sosyal devletlerini bırakan binlerce insan, boşuna işid'e katılıyor olamaz.

Beni sorarsanız devrim değil evrimciyim. Devimle özgür olacağımıza değil, evrilerek anlaşabileceğimize inanıyorum. Bugün reisin saltanatını devirsek bile, yarın yeni reisler çıkmaması için, hep beraber evrilmemiz gerektiğini biliyorum. Eminim devrim felsefesinin buna bir cevabı vardır. Ne yazık ki, şu an çok ilgilenemiyorum.

***

Bu yazıya başlamadan önce, "3. dünya savaşını görmesek bari" diye şakalaştım kendimle.
Bu yazıya başlamadan önce, inandığım tüm değerlere -annem hariç- tek tek küfür ettim.
Bu yazıya başlamadan önce dua da ettim; yogadan sonra ve gözyaşlarından evvel. Çünkü çelişkili bir yapım var.
Ve Tanrı'dan iyilik yapabilecek güç diledim. İyi kalabilecek, nefret etmemeyi, çıldırmamayı, umut etmeyi başarabilecek güç. Sabır. Metanet. Adı her neyse...

Şimdi diyeceksiniz, Deniz biz bu yazıdan ne anlayalım? Devrim de olmasın, barışın üstünü karalasınlar, biz de öylece bakalım mı? Yoksa sokaklara çıkıp kendimizi mi yakalım? Lanet etmekle, telekineziyle, saltanatı için göz göre göre bir halkı savaşa ve ölüme sürükleyen reise zarar da verilmiyor... Biz ne yapalım?

Gerçekten bilmiyorum...
Bir insanı sevmekle başlayamadı her şey.
Belki şimdilik, sadece nefret etmemeyi  ve umutsuz olmamayı becersek yeter.

biterken,
yazın başında annem hastalandı. (şimdi iyi) ona bakmaya çalıştığım 15 günde, 35 yıldır yaşamalara doyamadığım ergenliğim bitiverdi. hep "intihar etmiyorum çünkü annem çok üzülür:(" yapardım, evet yapardım bunu. o 15 gün "bana bişey olursa anneme kim bakar!" cı oldum. içimdeki orta yaşlı memureyi keşfettim. her yıl doğum günümde bi durum değerlendirmesi yazısı patlatırdım. bu doğumgümünde sadece, kabak'ta sabah ilk iş ve gece yatmadan önce yüzdüm. özetle, hayata dair süzülmüş fikir olarak sadece bunu bırakabilirim size bu sene: 
gece denize girmek, olağanüstü bir hadise.
lav,

d.
Bir süredir tıpkı ortaokulda inek yıllarımda olduğu gibi kendimi okumaya verdim. Bu inekliğim hatırlarsanız hemen hemen okumayı sökünce başlamış, yuvarlak hesap 20 yıl kadar sonra, bir ajansa girip metin yazarı olarak çalışmaya başlamam ile son bulmuştu. Metin yazarlığı yaptığım yıllarda, kafam almadığı, çünkü biraz küçük olduğu için çok okuyamadım, bolca cepten yedim. Şimdi yeniden vaktim olduğunda, o cebi nasıl da doyasıya kemirmiş olduğumu hayret ve esefle görebiliyorum. Kitap okumamanın eksikliğini, hakikatten hiç okumamış olan hissetmiyor. Kafanda iyi bir yazarın imgeleri ve sözcükleriyle dünyaya bakmanın, önceki bakmalardan ne kadar farklı, ne kadar parlak ve doyurucu olduğunun, ayrımına varamıyor.

Neyse, özetle şu aralar bolca okuyorum. Bunun bir şans olduğunun farkındayım. Lütfen nazar etmeyin. Zira niyetim, okuduklarımın bir kısmını, yani bu şansın birazını sizinle paylaşmak. Keşke her güne 1 kitap gibi bişey yapabilsem ama kendimde o kararlılığı ve dirayeti görmediğimden, şimdilik haftalık bir kitapta anlaşalım istiyorum. Anlaştık mı? Harika.

Size bu hafta anlatmak üzere seçtiğim kitap, annemlerin kütüphanesinden kendime epey genç yaşlarda hediye ettiğim bir Atilla İlhan. İsmi: Fena Halde Leman.

Peki Neden "Fena Halde Leman"?

1- Kitabın radikal kapağını, yazının başındaki fotoğraftan gördünüz. Elimde tuttuğum, Grafika Grup imzalı kapakta, çıplak bir meme ve ona radyo kanalını ayarlamak maksatlı uzanan, "bir başka hanımın" eli bulunuyor. Ayrıca meme ucuna uzanan bu "bir başka hanımın" tırnaklarında oje, üstünde ise ceket gömlek, parmağında "adını sen koy" şeklinde bir yüzük olduğunu fark ediyoruz. (ve hemen provake oluyoruz?)

Günümüzde aynı kitabı almak isterseniz, bulabileceğiniz kapak elbette bu değil. Bu, Özgür Yayın-Dağıtım tarafından 6. baskısı, 1985 tarihinde gerçekleşmiş bir versiyon. Kitabın Kültür Yayınevi'nden çıkan yeni kapağında ise, Öykü Serter'in kayıp kız kardeşini, İzmir saat kulesi önünde görüyoruz. Görelim:


Çünkü malumunuz, şu an Türkiye sınırları içinde hiç bir yerde, meme görmemiz mümkün değil. Sadece meme göremesek iyi, TRT'de kış olimpiyatlarının buz pateni yarışmalarını bile göremiyoruz. Çünkü niye? Halkın sağlığı, çocukların gelişimi... Hımmm... Elimdeki kitabın ilk basımı 1982 bu arada. Yani 80 sonrası o baskıcı, o korkunç zamanların tam ortası... Fakat yine de bir 2015 Türkiyesi değil. Hımm...(x2)

Sonra kitabın konusu da çok ilginç. Bakınız romanın hemen arka kapağında, sayın Füsün Akatlı hanım kitap için ne demişler:

"Kitapta her şey, eşcinselliğin, çift cinselliğin, çifte benlik duyumsamasının gizlerini sergilemeye yönelik, canlı renkli bir anlatımla birbirine bürünür... (yani diyor ki Füsün hanım; kitapta eşcinsellik var) Öyle ki, daha olağan sayılan cinsellik (Füsün hanım burada heteroluktan bahsediyor) kalkmıştır sanki dünyadan... Eşcinsellik olgusu, büyük ağırlık kadınların eşcinselliğine verilerek, oldum olası yinelediği bir izlektir Atilla İlhan'ın" (Füsün hanım'ın dili varmasa da "rahmetlinin döneminde internet yoktu, o da bunlara sarmış olacak" demeye getirdiği çok açık.)... Fena Halde Leman'ı yine de ilgiyle, yer yer Atilla İlhan yazarlığının sarsıcılığına kaptırarak, (kendini mi kaptırmış, kolunu mu, onu bilemiyoruz) yer yer bir sex-fiction romanı okur gibi inanmaz bir inanırlıkla okuduğumu söylemem gerekir." (Füsün hanımın romanda yazılanları yememiş olduğunu söylemem gerekir.)

Kitabı sex-fiction bulan bir tek Füsun hanım değil elbet; kitap hakkında ekşi sözlük araştırması yaptığınızda, içindeki tüm cinsel çeşitlemenin madde madde nakşedildiği, buna rağmen yazarı ve romanın içeriğini "midesizlik"le itham eden entrylere rastlamanız olası. Yani elimizde tuttuğumuz "tartışmalı" bir eser. Neden tartışmalı olduğu da çok açık:

Kitabın içinde yoğun bir biçimde sevişiliyor. Hem de çifte cinsiyetlerle. Abovvv.

Kitap Özeti
Roman, 12 Mart muhtırası verilmeden önceki sonbahar, Çeşme'de bir butik otelde başlıyor. Hanımı ile tatil geçirmekte olan anlatıcı, İzmir'de yaşayan bir gazeteci (bizzat o tarihlerde Alsancak'ta gazetecilik yapan Atilla bey?) butik otelin bulunduğu koyda demirlemiş buhteşem yat "Le Cormoran"ı ve onun sahibesi, hem afet, hem de erkeksi dişi Leman Korkut'u dikizliyor. Hatta yetinemiyor, İzmir'e dönüşte bu İzmirli sosyetik hanfendiyi araştırması için gazeteci arkadaşlarını görevlendiriyor. Ama Leman hanım yer mi? Haha! Yemiyor. Bir takım tehditlerle, falanlarla, aslen kendisine için için yanık bu gazeteciyi başından savıyor. Biz o arada " ay üf çok banal" 12 Mart siyasal olaylarını ve ancak Atilla İlhan gibi bir şairin kaleminden güzel görünebilecek İzmir körfezi manzaralarını okuyoruz. (İzmirli'yim kardeş, bekleme yapma, oku geç.)

Neyse, tam olarak 55. sayfa civarında ikinci kitaba, yani Leman Korkut'un ölümünden sonra yazara yollanmak üzere bıraktığı o dosyaya, yani Leman hanım'ın gerçek hikayesine başlıyoruz. Bu noktadan sonra yazacağımız her şey spoilera girecek ama bir kitabı hiç kimse sonunun ne olduğunu merak ediyor diye okumamalıdır öte yandan. Kitap okumanın motivasyonu, "nasıl yazıldığını merak etmek" olmalıdır. Sonunda ne olduğunu değil. Mesaj kaygım bu kadar, devam edeyim...

İkinci kitap, zaten zurnanın zırt, bazı okuyucuların da giderek "Ay çok yıvranç!!" dediği yer: 2. Dünya Savaşı sonrası Paris'inde, ekmek ve kırmızı şarap bulmak için kendini yaşlı kadınlara elleten yarı Yahudi kızı Jeanne (yani Leman'ın bayan Korkut olmadan önceki adı), bu bataktan Egeli tüccar bir ailenin oğlu Ekrem tarafından kurtarılır. Fakat yıllar süren bu uzak, tatsız evlilik sonucunda, Ekrem Korkut intihar etmiş, eşi Leman ise, ölmeden önce kendisinden bilmediği sebeplerle uzaklaşmış kocasının izlerini bulmaya, Paris'e geri dönmeye karar vermiştir. ("Eeaa, hala sevişilmedi?" dediğinizi duyar gibiyim. Sabır arkadaşlar, sonlara doğru olay kopacak)

İşte o Paris'te, işler çıldırır. Leman Korkut, önce Ekrem beyin Paris'te çeşitli metresleri olduğunu öğrenir. Hemen ardından Ekrem'in trans metresinden, kendini sevici metresine kadar bazı hanımlar ve hanımbeyler ile çeşitli gayrı resmi temaslar kurar. Daha sonra bu temaslarını, kendi erkek de kılığına girmek suretiyle sürdürür. Hatta eskiden kaynanası ile de buna benzer temaslar kurduğunu da, yavaş yavaş itiraf eder. Evet yanlış duymadınız, gariban Ekrem bey'in başına bu da gelmiş, hanımı ve anası bir olup, onun arkasından sevişmişlerdir. Sonlara doğru Leman Korkut, suçluluk duyguları içinde biraz daha sevişir. Kitap biter.

Yani?
Atilla İlhan kitabı 1966'da yazmaya başlayıp, doğum yılım olan 1979'da bitirmiş. Her şeyden önce kitabı yazmaya başlayan İlhan ile bitiren İlhan aynı kişi değil. Bu zaman sıçraması, büyük ihtimalle yazarın esas işi romancılık olmadığı, bir de o yıllar itibariyle muharrirlik yaptığı için zamansızlıktan kaynaklanan bir durum. Yine de romanın bütünselliğine yansıyor. (İçimde bir Füsün Akatlı)

İş bu sebeple, kitabın başında Le Cormoran'daki Leman'ı dikizleyen ve bize darbe dönemi Türkiye'sini anlatan gazeteciden, kitabın sonunda bir daha haber alamıyoruz. Ben açıkçası tek cümle bile olsa, yazarın Leman'ın hatıralarını okumaya bitirdikten sonra ne yaptığını bilmek isterdim. Misal "İzmir Körfezi'ne sarı pembe günün ilk ışıkları düşerken, ben peçetelerimi atmaya gidiyordum." gibi bir cümle yazılabilirdi. (Şaka şaka. tutamadım kendimi)

Öte yandan bu romanıyla, 40 yıllık sanat yaşamının, onca bahadire ve üretimin ardından "porno yazarı" olmakla itham edilen Atilla İlhan, eserini çok daha güzel açıklıyor aslında. Atilla bey, o güne dek romanda toplumsal gerçekliğe odaklanmış ve toplumun bütün kesimlerini yansıtan bir eser vermeyi düşünmüş. Fakat yazarın sondan 3. romanı olan bu esere gelindiğinde, yazarımız artık bu gerçekliği aktarmanın yolunun azınlıklara mercek tutmaktan geçtiğine kanaat etmiş. Cinsel diyalektiği ise, insan psikolojisinin temel taşı olduğu için mercek altına almış. Yani romancılık ve yazarlık adına bu iki olgunluk çağı keşfi, onu Fena Halde Leman'ı ve onun devamı fakat tarihsel olarak öncesini anlatan Haco Hanım Vay'ı yazmaya yönlendirmiş. (Haco Hanım Vay, Leman'ın sevgilisi/kaynanasının öyküsünü anlatmakta, sevicilik kavramını bir de alaturka yönleriyle göstermektedir.)

Özetle, bu kitabı size tavsiye edecek değilim; çünkü şurada üstüne bir iki espri yapmış olsam da, ben kimim ki, bir Atilla İlhan eserini eleştireyim, yetmesin bir de tavsiye edeyim? Bir tek şunu söylemeye yetkim vardır sanıyorum: Fena Halde Leman, fena halde kaliteli edebiyat sınıfına girmektedir ve meraklısıysanız okumanız elzemdir.

 Kitabın bendenizde bıraktığı duygular ise şular oldu.
1- Her şeyden önce giderek muhafazakarlaşan, buna bağlı olarak da algı ve tahammül eşği düşen bir toplumda yaşıyoruz. (Günaydın deniz...)
2-Tüm ülke genelinde yaşanan yozlaşmanın edebiyata sirayet etmemesi zaten mümkün değildi. İş bu sebeple 90 sonrası, Cem Yılmaz cinliğine bürünmeye çalışan sanatçılarımız, ben dahil, tıpkı onun gibi eserlerimizi "kaynak götüm" havasında yazma heyecanına sığınıyoruz. Halbuki kaynak hiç bir zaman Cem Yılmaz'ın götü değildi. O götün altında tüm yapı taşlarını gönlünce kullandığı, 40 yıllık mizah dergiciliği ve çizerlik geleneği vardı.
3- Hülasa, altı boş sanat olmaz.
4- Hayır, okurken hiç hallenmedim.


biterken,
lodos fırtınası moda sahilini dövüyor. 8 ay olmuş yazmayalı. ve o çok güzel kadının da dediği gibi: zaman asla affetmiyor ve sana bundan bahsetmiyor. 
bahsetmesin.


Sabah 10'dan beri tüm İstanbul'u, Kadıköy'den Zekeriyaköy'e, sonra gerisin geri Kuzguncuk'a kat ettim. Ağaoğlu'na tahsis edilmiş 2. köprü yolunu, henüz kimlere tahsis edildiğini bilmediğim ama inşaatları çoktan başlamış 3. köprü yolunu görme fırsatım oldu. Trafik ağzınıza layıktı üstelik, şöför beylerle bolca ülkenin gidişatını tartışacak, karşılıklı ibret hikayeleri anlatacak zaman bulduk, kaynaştık. Yolculuk aralarında son derece cici, erkek bir oyuncuyla röportaj ve 4 saatlik müşterili ünlülü toplantı da yaptım.
Yani demem o ki, bir güne ayrılmış insani iletişim becerilerimin, sabrımın ve gülücüklerimin sonundaydım. Ya da ben öyle sandım.

***
Onunla Kuzguncuk sahilde, sırtımda 4 İstanbul iklimine göre hazırlanmış dev bir çanta ve içimde yorgunluktan çöken bağışıklık sistemime son tekmeyi atacak domuz gribim varken karşılaştık. Kendisine el ettim, döndü geldi beni aldı. "Sahil yolu kapalıdır" diyerek Kuzgun tepelerinden köprü yolu bağlantısına saptık. Saatlerimiz 18:30'u gösterdiğinden, köprü yolu mahşer tarzını benimsemişti. Konuşmaya ülkemizin kaybolan güzelliklerinden başladığımızdan, gerçeği kavramamız 1. köprü ayağına denk geldi. O koyu bir tayyipçi, ben ise çapulcuydum.

Bu vahim gerçeğin ikimiz tarafından anlaşıldığı ve sinirlerin gerildiği dakikada, bir üçüncü kadın, taksimizin önüne kırmak ve aynasına sesini duymadığım bir hızda çarpmak suretiyle, onu çok kızdırdı. Camdan iri bedeninin bir kısmını dışarı çıkartıp kadına orta şekerli küfretti, kadın ve yanındakiler - dediğine göre- utanmadan güldüler. Ben kim ne etti görmediğimden "Siz yine sukunetinizden ödün vermeyin" gibi bir cümle kurabildim.

Zira benim ancak iki paragrafta anlatabildiğim ve aslında 5-10 saniye içinde gerçekleşen bu hadiseler karşısında, yapacak 2 temel şey vardı. Ya taksiciyle zaten var olan gerilimi arttırıp, muhtemelen otoban kıyısında taksiden inerek, Türkiye yazan laleler arasında ölmeyi bekleyecektim.
Ya da onunla, fikri, var oluşu, kaygıları, hayatı algılayışıyla anlaşmaya çalışacaktım. Ve bu anlaşmanın karşılıklı olabilmesi için üstüne bir de, onun anlayacağı şekilde, kendimi, beni var eden umut ve üzüntüleri anlatmam gerekiyordu.
Yahut işte, lale ve ölüm.
Ve başıma bir iş gelmeyecekse, ben laleyi sevmiyorum

***

Kaynaklar faşizmi gayet güzel açıklıyor, yeter ki okumaya niyetiniz olsun.
Özet geçmek gerekirse; İtalya'nın 1922-44 arasındaki belası Mussolini tarafından siyaset diline kazandırılmış faşizm, kaynağını Antik Roma'lı yöneticlerin "geniş hükümet yetkisi"ni temsil eden ve içinde balta bulunan çubuklar ile görselleştirilen Latince "fasces" kelimesinden alıyor.

Dünyada eş zamanlı doğan İtalyan faşizmi ve Alman nasyonal sosyalizmi, bir takım diğer yönetim biçimlerine tepki olarak, kendilerine insanların gönlünde yer bulmuşlar. Kapitalizm, kominizm, muhafazakarlık gibi fikirlere karşı olan faşizm, totaliter bir devlette milletçe, top yekün, birleşmeyi arzulayan, hırslı, milliyetçi, aşırı otoriter ve kendisinden başka fikir sevmez bir yönetim biçimi.

Faşizmin adının hakkını verebilmesi için belirli özelliklere sahip olması lazım. Sağ baştan saymak gerekirse; devletin varlığının (ve selametinin) her şeyin üzerinde tutulduğu, bir lidere adeta tapılan, herkesin üzerinde denetim sağlamaya muktedir bir istihbarat ağı bulunan bir ortam yaratmak geriyor. Bu temelin üstüne bir tutam ırkçılık, biraz savaş sevdası ve yönetici sınıfların aşırı güçlenmesi gibi opsiyonel çıtırlar ekleyebiliyorsunuz.

***

Faşizimin en büyük güzelliği ise, halklar tarafından sevilmesi. Bunu serdarerenervari bir havayla, "Ama halk AVM'lere gitmeyi seviyor yaanii" şeklinde söylemiyorum. Ama inan olsun her halk faşizmini bir süre en azından, sevme eğilimi gösteriyor. Hoyrat ama sürekli seni düşündüğünü, seni ezdirmeyeceğini, senin dünyaya bedel olduğunu söyleyen, tutkulu bir aşık gibi biraz faşizm. Halkın içindeki eski yaraları okşayıp, onu pohpohlarken, arada kendi yüce fikirleriyle mutabık olmayanları da bir temiz dövebiliyor.

Uğruna mahallenin zengin/seçkin çocuklarının dövüldüğünü öğrenen genç kız halk, ne yapmasın da bu bıçkın, bu delikanlı, bu gözü pek faşizmi sevmesin? Bi kere karizmatik. Bi kere hep şekil, çok şekil. Evet ihale usulsüzlüğü, çek senet, el altı kara para aşk, emanet sevkiyatı falanlar gibi olayları olabilir. Ama kim yapmaz ki allasen? Elinden milyon dolarlar geçiyor, birazını da kendi cebine koyman helalin değil midir? Zaten kaç boğaz bakıyor bi faşizm, şimdi düşününce. Üstelik seni o çok bilmiş entellere, okumuşlara ezdirmiyor.
Faşizm seni ezdirmiyor.

***

O makus günde, beraber trans İstanbul yaptığım şöförlerin üçü de ağız birliği etmiş gibi, bir Tayyip hizmeti olarak hastaneleri anlattı. Bu cehape dönemi Türk doktorları ne yaptıysa artık, halkı en çok onlar mağdur etmiş, öyle görünüyor. Şaka bir yana, eskiden devlet hastanesinin alternatifi yoktu, herkes oraya gidiyordu. Hasta yoğunluğu çok fazlaydı ve doktorların bir kısmı hastaları özel muayyanelerine yönlendiriyor, asıl parayı oradan kazanıyordu. Şimdi, çok fazla özel hastane var, bu özel hastanalerin bir kısmı elbette AKP dönemi zenginlerinin, olsun, hizmettir diyelim. Doktorların hem devlet hastanesinde çalışıp, hem özel muhayyane açma izni yok. Ücretleri ise karşılaştırmalı olarak epey düşük.

Çok ayrıntısnı gerçekten bilmiyorum lakin Tayyip şunu yapmış.
Üst - orta sınıf, SSK indirmiyle ve özel sağlık sigortalarıyla, özel hastanelerden sağlık hizmetini bir şekil alabiliyor. Orta sınıfın altı da, devlet hastanelerinde hem sıra beklemiyor, hem de "Nerede lan bu doktor?" şekline bağırabiliyor. (Bunu da söylediler, evet) Yani aslında halkın Tayyip sayesinde sandığı iyileşen sağlık hizmetini, orta sınıf/maaşlı çalışan kesim karşılıyor. Puanlar ama Tayyip'e yazılıyor, .

***

Tayyipsever taksicim ne tapelere, ne dinlediğine, ne de gördüğüne inanmamış; olabilir. İnsan gönlü elverdiğince çok şeyi reddetme potansiyeli olan bir varlık. Zaten faşizmini seviyor, bir lider bu ülkede yumuşaksa, kibarsa, hemen asılacağına, öldürüleceğine inanıyor. Cehape dönemi onu hastanelerde süründürmüş, dereye götürüp susuz döndürmüş, Tayyip ise hakkını vermiş, öyle görüyor. Cevabı hoşuna gitmeyen sorular karşısında ise az çok yırtıcı bir canlının iç güdülerine sahip; çok üzerine gidildiğinde insanın yüzüne dalga dalga çarpan bir koku bulutu salmasından, yaşamakta olduğu stres hissedilebiliyor.

Ona kalırsa Berkin'in fişini provakasyon olsun diye çekmişler. "Çocuk 16 kiloya düşmüş zaten, ne fişi!" cevabımdan sonra yayılan ter kokusu, taksicimle anlaşmak için doğru yoldan gitmediğimi söyledi, ben de biat ettim. Ter kokusunun yol göstericiliğinde, ona arkadaşım Lobna'dan, yediğimiz gaz ve dayaklardan, beni, bizzat karşısında gördüğü etten kemikten insanı nasıl ezip, nasıl korkuttuklarından bahsettim. Bir de baktım, polisin aşırı şiddeti konusunda yavaş yavaş hemfikir olduk. "Devlet - vatandaş sözleşmesinin ilk ve en temel maddesi, devletin varlığının çıkış amacı, bizim canımızı korumak" hususu, anlaştığımız ilk madde oldu.

Sonra ona "çalıyor ama çalışıyor"u açıklamaya çalıştım. Çalışmanın görev, çalmanın ise herkes için suç olduğunu, hukuğun her hükümetten bağımsız ve üstte olması gerektiğini anlattım. Bunu anlatırken ne cehape'ye, ne akepe'ye kimseye iltimas geçmedim. Hatta siyasetten bile değil, bire bir insan ilişkilerinden, ülkeye gelen turistleri dolandıran taksicilerden bahsettim. Anlar gibi oldu, çok terlemedi.

En son, Tayyip'in ne kadar karizmatik olduğu konusunda kendisiyle onaylaştıktan sonra, o karizmatik şahsın beni, ailemi, hayatımı nasıl tehdit ettiğini örneklendirdim. "Bu adam beni niye sürekli cezalandırmaya çalışıyor, ben bu halka ne zarar verdim?" diye sordum. "Onu asıcaz, kesicez, hükümet istifa!" çığlıklarımı yuttum. "Keşke bunları yasaklamasa, keşke şunlara hakaret etmese, keşke bu kadar şiddet uygulamasa, keşke savaş yanlısı olmasa..." uzattım.

Sonuçta şu oldu; 25 TL'lik yola 40 TL bayılıp İstanbul trafiğine hakkımı helal ederken, taksici "inşallah sizi daha az üzecek, daha beyefendi bir liderimiz olur" noktasına gelmişti. Sizin için küçük, insanlık onuru için hiç de hafife alınmaması gereken bir adım.

***

Mussolini iktidardayken, her faşist gibi kendi dönemiyle anılacak inşaat işlerine girişiyor ve Antik Roma Çarşısı'na (Roman Forum) buldozerle girip, Piazza Venezzia ve Collesium arasına "Via İmperiali"yi (imparator yolu) açıyor. İnanmazsınız senede 15 milyon turist ağırlayan Roma'nın bugün hala o caddeye ihtiyacı yok. Pazarları kapatılıyor, Roma'lı orada dondurma yiyor ya da koşuyor. Ve Roman Forum'da asılı açıklamada Mussolini'nin adı bile geçmiyor. Sadece "Faşist dönem, bu tarihin bir kısmını yok etmiş ama o çöküş, 1945 sonrası durdurulmuştur" yazıyor.

Roma nasıl bir günde kurulmadıysa, İtalya faşizmi bir günde yenilmedi elbet. Bir şehir inşaa etmek bazen 2 bin yıl sürüyor. Bir demokrasiyi işler hale getirmek için daha çok insana ulaşmak, onları eğitmek, onlara bir yaşam algısı ve standardı sunmak gerekiyor.

Faşizm sandıklarda, miting meydanlarında, kimliği belirsiz organizmaların internete yaydığı hukuksuzluk pornolarında, faşizm bir partiye oy verenlere "makarnacılar, hüloğğcular!" diyerek yenilmiyor. Faşizm inanmazsınız faşizmin başını asarak, dönemini lanetleyerek bile yenilmiyor. Bu daha çok kansere ağır kemoterapi vermek ve yanındaki sağlıklı hücrelerinde ölmelerini izlemek gibi.
O kanser, ancak çok iyi beslenerek, tüm organizmayı da iyi besleyerek yenilebiliyor.

O organizma sadece biz, gezi jenerasyonu ve hısım akrabaları değiliz.
O organizma ülkenin tamamı.
İyi besinin de ne olduğunu, bildiğinizi tahmin ediyorum. *

* bilmiyosanız da sorun diil konuşuruz gene.


biterken,

çok ciddi oldu bu yazılar.
gevşek kimliğime geri dönmek için zorlu bir mücadele içindeyim.
bu mücadele kapsamında beni ve ekipteki diğer 7-8 çılgın, haşarı, bir o kadar da sevimli mizahçıyı dinlemek isterseniz şayet, bir stand up olayı kısmet şov, 17 nisan - kargaart. kadıköy barlar sokağı. 
na burası da sitesi: www.kismetsov.com








İleride tarih kitaplarının ibret ibret yazacağı günleri yaşıyoruz. Siyah, beyaz ve yoğun gri. Ülkenin başbakanı, başrolünde oynadığı dev bir belgeselde çıkıyor karşımıza. Ben dahil bazılarımız, ekrana dahi bakamayacak hallere gelmişken, ülkenin başka sokaklarında, başka başka evlerde başbakan'a akrostijler yazılıyor.
Genç, başı yaşmaklı kızlar, kalplerle süsledikleri, gülücüklere boğdukları twitler atıyorlar. Başbakana resmen, adeta rock star sever gibi, aşıklar.

Başbakan bir sevip pir sevdiği aşkından bahsediyor bir yerinde belgeselin. Emine Erdoğan, kayıp kadın. Varken yok, yokken var. 11 yıldır first lady olan bu hanfendinin, sesini hiç duymadığımı o an fark ediyorum. Halbuki Emine Erdoğan dünyanın dört bir yanında, terörden İslam'a, kadın haklarından demokrasiye, çeşitli konularda konferanslara konuşmacı olarak katılan biri.
Ama bende görüntü var, ses yok.
Çok fazla Tayyip sesi, Emine ise sonsuz bir mute'ta gibi.

Emine hanım'ın peşine düşüyorum. "Niye?" derseniz, gerçekten emin değilim. İçimden bir ses, onu küçümserken kaçtığımız aşırılığın bize faydası olmadığını söylüyor. İyi bir yan bulmak, güce yaranmak, onunla barışmak için değil.
Onu gerçekten anlamak için. Çünkü pek çoğumuz bayan Erdoğan'ı, etkisiz eleman sanıyor.

Bayan Erdoğan, Arap kökenli, Siirt'li bir ailenin Üsküdar doğumlu kızı. Çoçukken çok sevilmiş, sanat akademisinde okurmuş, notları iyi olmasına rağmen bıraktığı okulundan sonra, günümüz türbanının annesi, Şule Yüksel Şenler ile tanışmış. Beraber dernek kurmuşlar hemen, bayan Erdoğan Müslüman bir aktivist iken, 23 yaşında, eşi ve lideri olacak adamla tanışmış. 78 senesinde kıyılan nikahtan sonra, işte sizin de bildiğiniz gibi yurt dışında okuyan, kah gemiciği olup, kah 40 bin liraya başbakan danışmanlığı yapan 4 çocuk. Yanı sıra 35 sene süren Müslüman hakları mücadelesi ve 11 yıllık iktidar.

Epey uzun süredir first lady olmasına rağmen, bayan Erdoğan'ın medyada yayınlanan neredeyse hiç röportajı yok. 2006'da Aktüel'de, 2004 yılında yapılan bir görüşme çıkmış. Aktüel yazarı, bayan Erdoğan'ın gecekondu mahallelerine baskın usulü gidip, kızlarını okutmayan babayı ikna çabasını anlatmış. 2013 yılının 3. ayında Mısır'ın bir dergisine verilen röportaj'da ise bayan Erdoğan, Mısır'ın devrimci kızlarına selam yollamış.

Bu biri yabancı bir ülkede yayınlanmış 2 röportaj dışında, bayan Erdoğan'ı çeşitli Müslüman ülkelere yardım gezilerinde gördük.
Bir zamanlar kankiş oldukları Esat'ın hanımı ile ilgili "Ben ülkeden kaçar, çocuklarla bize sığınır sanıyordum" dediğini okuduk. Bayan Erdoğan'ı Hülya Avşar'a bir kuple eşlik eder ve Hülya'nın türbanı üstünden kulağını öpmesinden tiksinirken izledik.
Lakin hala kimdir, nasıl biridir, konuşunca ağzından ne çıkar, hiç bilemedik.

***

Bay Erdoğan'ın aşktan ne anladığını, sevgi olarak neyi bildiğini kestirmek çok zor değil. Sonsuz teslimiyetiyle bayan Erdoğan'ın sessizliği, bize çok şey söylüyor. "Öyle bir biat etmek ki, içinde adeta kaybolmak", usta, "aşk bencileyin budur" diyor.
Kendisi Emine hanımın neyinde kaybolmuş, onu bilemiyoruz. Zaten önemi de yok.
Bay Erdoğan'ın aşkı, tek yönlü bir sokak.
Başka hiç bir caddenin kesmediği, tek bir kapının açıldığı, geri dönüşsüz...
Bay Erdoğan'ın aşkında, bay Erdoğan'ın pek bir şey hissetmesine gerek yok.

***

Oysa bilenler biliyor dostlar, aşk yok olmak değil, çoğalmaktır. Birken, iki, hatta bin, bin beş yüz, ah kafalar da kafalar...
Aşk kişinin sevdiği kişiyi çoğaltmasıdır, en çok da başkalarında.
Aşk kendinden vazgeçmektir, çok severek kendini.
Aşk kendinden vazgeçmektir ama, daha iyi, daha güzel, daha yüce bir kendinle buluşmak için, aşkının yeşerttiği o bereketli toprakta.
Aşk tektir, hepimiz o büyük, o leziz meyveden alıyoruz istihtakımızca ısırık.
Aşk tektir ama tek yöne akmaz asla.


biterken,
bu yazıyı niye yazdık?
bayan erdoğan, olası bir iç savaş durumda çocukları alıp bi yere kaçmayı düşünmüş mü? yoksa esat'ın hanımı gibi, kocasına sonsuz bir teslimiyet içinde, dizinin hep dibinde, hep öyle suskun oturacak mıymış, onu merak ediyordum. sonra konu aşka geldi.
e gelince de gitmiyor mübarek.
öyle oldu.










Sevgili başbakanım,

Kusuruma bakmayın, başbakanın b'sini büyük yazmadım. Zira son zamanlarda adınızla yazılmak suretiyle baş harfi büyüyen "başbakan" kelimesi, aslen o kadar da özel bir sözcük değildir. Başbakanlık dünya üzerinde binlerce insanın yapageldiği mesleklerden sadece biridir. Ona ekstra bir saygı atfetmek abes olmakla birlikte, iyi yapıldığında, her iş gibi, saygıyı hak edebilir.

Canım başbakanım, konuya izahat ile girmemi af buyurunuz.
Elbette dil bilgisini de, meslek ahlakını da SİZ bilirsiniz. Dil ile ilgili bir açıklama yapılacaksa, onu da SİZ yaparsınız.

Dil demişken, geçende Türkçe olimpiyatlarını izledim başbakanım. Canlısına bakamamıştım, malum o günlerde elimiz biraz doluydu. Annem organizasyonu, sahneyi, ışığı öyle bir övdü ki, açtım yutup belasından izleyiverdim ben de. Gerçekten harika olmuş, gökten Kabe inme sahnesi olağanüstü. Bugün dünyanın en büyük grubu Metallica, böyle bir görsel şölene imza atamıyor.

Tek çekincem başbakanım, Türkçe olimpiyadında çok fazla Türkçe duyamamak oldu. İlk başlarda "Bir Sait Faik, bir Haldun Taner okudular mı?" diye soruyordum, fakat olimpiyadı izleyince, çok çok yanlış geldiğimi anladım. Türkçe'nin en önemli kalemlerinden satırlar ya da dizeler yerine, genelde Arapça dua okumayı tercih etmişler biricik başbakanım. İşte buna azıcık şaşırdım.

Sakın yanlış anlamayın sevgili başbakanım, haşa, kimsenin dua okumasına karşı değilim. Sadece yerinin Türkçe olimpiyadı olmadığını düşünüyorum, nacizane. Lakin biliyorum şimdi bunu söyledim diye çok kızacak, hemen nasıl da "din düşmanı" olduğumu kitlelere kitlelere bağıracaksınız. İşte bundan a-acaip tırsıyorum, inanır mısınız ton ton başbakanım?

Epeydir sizi anlamak için azami bir dikkat ve tevekkül içindeyim başbakanım, lakin noolur yorum buyurun, şunu doğru anlamış mıyım? Bu ülkedeki hemen hemen her şey gibi, tüm inanç sisteminin de teminatı sizsiniz. Bir şeye inanacaksak önce size soruyoruz, başka kimseye itibar etmiyoruz. Başkalarının inançlarına, o başkaları Müslüman (ve mümkünse sünni) olmak kaydıyla saygılıyız. Fakaaat, müslüman olsak bile, şayet sizin üzerinizden, size de biat ederek İslami ihtiyaçlarımızı gidermiyorsak, müslümanlığımızdan da şüpheye düşmekten imtina etmiyoruz.

Kısacası yolu sizden geçmeyen inanç, aslında inançsızlık.
İnançsızlığa zaten ezelden beri, tahammül dahi edemiyoruz.

Ben açıkçası ağzınızdan çıkan her şeye inanıyorum tok sesli başbakanım. Gerçi sadece ilk bir kaç saniye boyunca inanıyorum ama olsun. Lütfen benim inanma şeklimi sorgulamayın. Misal, siz meydanlardan ve televizyonlardan defalarca, "bebekli taze gelini dövdüler" dediğinizde de, "camide içki içtiler" dediğinizde de, ben çok inandım. Derhal galeyana gelerek, balkonda hemen Kemalist yakmaya çalıştım. Kemalist artık nasıl yaşsa, bir türlü tutuşmak bilmedi, siz oradan hesap edin anlayışlı başbakanım.

Sonra tabi, meşhur caminin videoları geldi iknası kuvvetli başbakanım. Gördüğüm kadarıyla camide ortalık can pazarıymış. Milletin kafasını gözünü dikiyorlar, bir takım tıbba aykırı kişiler ilaç kovalıyor filan. Keşke "içki içtiler" yerine, "hap atmışlar" kartına oynasaydınız be başbakanım. "Nefes çekmişler" de olabilirdi, sonuçta o astım ilacı kutularının içinde kim bilir neler var... Biliyor muyuz? Hayır!

İşin kötüsü başbakanım, Kabataş'ta "vahşice dövülüp, sonra üzerine çiş yapılan, bebekli taze gelin" videosu çıkmadı. İfadelerde bahsi geçen ve anlatırken Nagehan Hanım'ı alçılara sürükleyen o "üstü çıplak, elleri deri eldivenli ve saçları bandanalı, 70 kadar saldırgan erkek"i göremedik. O video çıkabilmiş olsaydı başbakanım, korkarım dünyanın en çok tıklanan bizzarre kategorisine tekabül edecekti. Kategori kategori olalı, böyle bir manyaklık görmemiş olacaktı.

Tövbe bu arada başbakanım, asla sanılmasın ki, böyle bir şeyi arzulardım, tıklardım. Lakin  hikaye kurma tarzı olarak, bana "mum söndü oyunu" denilen şeyi hatırlatmasına da engel olamadım. Çok tuhaf ama başbakanım, bazen muhafazakar beyinler, orjinal marjinallerin yapmayı bi kenara koy, aklına bile gelmeyecek çılgınlıkta hikayelere imza atabiliyorlar. Eee, bu da yaratıcılığınızı sorgulayanlara, kapak olsun başbakanım.

***

Biliyorum müstesna başbakanım, size şu aralar çok mektup yazıldı. Ne açık mektuplar, ne sorular, ay neler neler. Kimse de demedi ki, "Bu adam hangi ara hepsini okuyacak? Zaten sürekli bir yerlerde halkla konuşuyor." Son 25 gündür, televizyonu kapasan buzdolabında, onu açsan bu kez mikrodalgada siz vardınız nöronların efendisi başbakanım. İşte tam da bu yüzden, kimse teknolojiyi size öğretmeye kalkmasın! Emin olun, robotlar ilkeli duruşunuza, Binali yol tutuşunuza hayran olmaya devam ediyor.

Elbette sadece Twitter'ı tokatlamak için mermerde alıştırma yapan Binali bakanım kadar, size başka başka, türlü türlü hayran olanlar da var. Gerçekten insan hayret ediyor, gıptalar içinde kalıyor. Hatta inanın yüksek ses ile; "Eeey Nagehan Alçı'ya can veren başbakanım, Yiğit Bulut'u nasıl yarattın?" sorası geliyor. Yaratmak deyince kabiliyeti bol başbakanım, "Siz kendinizden nasıl dünyanın en zengin 8. başbakanını yarattınız 11 yılda? Sonuçta aldığınız maaş belli?" Valla sizinle ve başarılarınızla ilgili detaya indikçe, insan gururdan adeta eriyor.

Ah başbakanım, sizi çok üzdüler. Elleri kırılasıcalar, İstanbul'un her yerinde hakkınızda tuhaf tuhaf şeyler yazmışlar, sağda solda caanım seramikleri, reklam panolarını ve falanları kırmışlar. Edepsizlik, vandallık, gerçekten çok ayıp. Gerçi sizi üzenler arasından ölenler, çok ağır ve hafif yaralanan binler olmuş, e valla oluyo öyle şeyler. Dünyanın neresine giderseniz gidin, nüfusuna orantılı olarak, katildir devletler. E biz butik bir ülke olmadığımıza göre, devletimiz de daha kaliteli, daha Dextervari bir tarz benimseyecek. Bunda şaşılacak bir şey göremiyorum, lobilerin efendisi başbakanım. İşte bu yüzden seramik seramik deyip, kimseye baş sağlığı bile dilememenizi, çok olağan karşıladım.

Açıkçası başbakanım, teminatı bizzat SİZ olan sürece de, özgürlüklere de, kalkan askeri vesaite de, mahkemelere de, hukuka da, demokrasiye de... İnanılmaz inanıyorum. Bazen böyle o kadar inanıyorum ki, anaaa bir bakıyorum, bir anda odanın içini mor ışık hüzmeleri dolduruyor. Tavandan ise ağır ağır ama güleç, SİZ iniyorsunuz parlayarak. O otoriter ama altın kalpli baba sıcaklığınız, odayı kompile dolduruyor. İşte o an, ülkenin, bitkisi, madeni, petrolü, doğasını satmayı bir kalemde geçtim, o inanç anında, benden böbreğimi isteyin veriyim. Üstüme öyle teslimiyetçi bir hal geliyor.

Lakin işte bizim tavan çok yüksek değil, led aydınlatmanın inanılmaz yakıştığı başbakanım. İş bu sebep, bizim hanede göklerden yere ini inivermeniz, 2 bilemedin 3 saniye sürüyor. Siz yere inince tabi, sigaramı kırıp, internetin kablosunu çekip, bana hitaben "Kız mısın, kadın mısın bilemem" diyorsunuz. Neyse ki sesiniz, sokağın köşesinde başlayan AVM inşaatı tarafından yutuluyor. O esnada ülkenin doğusunda yine yeni yeniden, memurlarınız kahramanlık destanı yazıyor.

Saate bakıyorum, 21:00. Evin içini malum, yaz ortası demeden "baba sıcaklığı"nızla ısıtmışsınız hoşaf gibi.
Mecbur balkona çıkıyorum.
Bizde tencere tava yok elbet, tevazunun kalesi başbakanım. Lakin bendeniz vaktiyle davulcuya kaçmış bulunuyorum. Ve fırsattan istifade, üstelik vallahi sırf sanat olsun diye, çıkıp balkonda trampete abanıyorum.

Siz sakın üzerinize alınmayın ama olur mu, benim cici başbakanım...

Biterken,
MELİH BAŞGAN'ı unutmuş değilim sevgili başbakanım. ama aynı anda, bu ufacık yüreğe inanın ikinizin sevgisi birden sığmıyor. yeminle çatlayacak gibi oluyorum.  ha bir de, son zamanlarda parklarda yapılan abuk subuk forumlara, eli bıçak ve silahlı delikanlılar iniyormuş. onların evde zor tutulan yüzde 50 değil, bizzat memurunuz olduğundan haberim yokmuş gibi, gülümsüyorum. Bi fotoğraf çekiverin kahraman başbakanım.

Bi ara "Neden savaşanız?" konusunu yazmayı düşünmüştüm. Sonra bunun cevabını bir yazıyla uzatmanın, tam siyaset bilimi öğrencisine yakışır bir işgüzarlık olacağına karar verdim.
Oysa savaşı daha reklamcı açıklamak lazım: insanlar tarafından kurulmuş toplumların ilerlemesi için, savaşmaları gerekli. Çok tuhaf ama doğru. Bakınız taa tarih öncesi devirlerde bile, Yontma Taş'ı yaşayan bir kabile, Tunç Çağı'na gönlünce geçemiyor. Gidip Tunç'tan bir kız seviyor, sonra o Tunçbilek kabilesiyle cenk edip, büyük oranda telef oluyor. En son aklı başına geliyor ve diyor ki;

- Ulan biz de şu maden işine girelim. Ateş felan, bunlar hep lazım.

Yine de bu tarihi veriler, siyaset büyüklerine "Neden savaş?" sormamıza engel olmamalı;  "Neden savaş?" sorusu, "Neden mizah?"tan çok daha sık sorulmalı. Hatta yine bu başbaşlara; "Savaş için malzemelerinizi nereden buluyorsunuz?" da denmeli. Siyasetçi de efendi olup "Eee toplumun farklı kesimlerini gözlemliyorum, küçük hikayeler topluyorum, ilhamımı sokaktan alıyorum" gibisinden cevap vermeli.

Ve nasıl ki bir mizahçı, gülmeyen insanlara rağmen mizah yapıyor sayılamıyorsa, siyasetçiler de gülmeyen halklara rağmen siyaset yapıyor sayılmamalı.

***

Ülke sevmek, memleket sevmek kavramlarını gayet güzel anlıyorum. Benim toplumun geneliyle uyuşamadığım nokta o sevginin şekli. Sevgi illaki kanlı olmak zorunda değil. Bizi sevmeyeni yaşatmamak, elimizdekine gözü kayanın gözünü oymak, ilgimize karşılık vermeyene düşman olmak "sevmenin yegane yolları" olmamalı.

İnsan memleketini kana kan, intikamsız da, "kanı yerde kalmayacak"sız da sevebilmeli.

Şuradan nacizhane, milliyetçilere şöyle bir önerim var: kan yerine mesela ülkemizin bitki örtüsünü sevebilirsiniz. Çünkü mukadderat bu ya, insanlar ölür, hatta düşmanlar da ölür. Ama bitki örtüsü, toprağın üzerinde binlerce yıl var olmak, yeni nesillerini beslemek ve büyütmek içindir. O ölürse, geleceğimiz de ölür.

Derinleşeyim.
Anadolu'nun tohumları ve fidanları, elması, buğdayı, karpuzu, kayısısı hatta domatesi ve zeytini ve iğdesi ve inciri ve antep fıstığı ve fındığı ve çayı ve mısırı ve baklası, DNA'larının her zerresinde, yine bu toprakta yaşayan insanların emeğini taşımaktadır.

Şüphesiz bu alın teri, şehit kanı kadar kutsaldır.

Fakat şimdi, bu tohumların ve fidanların sonu geldi. Çünkü artık tohumlarımızı İsrail'in (ve bilmediğim başka milletlerin) DNA'sıyla oynayıp geliştirdiklerinden alıyoruz. Üstelik bu tohumlar bitki olup hasat edildiklerinde, yeni tohum vermedikleri için, bundan kelli her sene, hep bu tohumlardan almak zorunda kalacağız. Yetmiyor, bu genetiği oynanmış tohumlar, ancak kendilerine uygun geliştirilmiş gübrelerle, ilaçlarla hayatta kalabiliyorlar. Bu gübre ve ilaçlar, diğer endemik, yani Anadolu'ya özgü bitkilerin kökünü kurutuyor. Bilin bakalım bu ilaçları ve gübreleri, yine kimlerden alıyoruz.

***

Düşünüyorum ki ben bugün, damarlarındaki her damla kan ülkesini, toprağını korumak için akan biriyim. Bu kişi olarak en büyük önceliğim, eninde sonunda tıpkı diğerleri gibi, ( Saddamlar, Kaddafiler ve meni adırs) mevta olacak ortadoğu liderlerine dayılanmak olmaz. Önce bu toprağı toprak yapan doğamı, kaynaklarımı düşünürüm.

Benim madenimi kim çıkartıyor (yabancı şirketler?), çıkartırken bir daha binlerce yıl yerine gelme ihtimali olmayan bir doğal kaynağı yok mu ediyor (Ege havzası, Kaz dağları), kurdukları santraller suyumu mu kirletiyor (Karadeniz) -çünkü su, biliyorum ki, önümüzdeki 50 yılın en önemli serveti, petrol bok yesin, o denli önemli- çocuğumun DNA'sıyla mı oynuyor (tüm ülke), ona bakarım.

Tekrarlıyorum;
Toprağın vatan olması için, her parçasının defalarca ve durmaksızın kanla sulanmasına gerek yok.
Gerçekten.
Hayır illaki hassasiyet geliştirmenize yardımcı olacaksa, her bir tohuma ellerimle, ay yıldız, Türk bayrağı, kırmızı beyaz motifler, renkler, semboller işlemeye razıyım. Her bir ağaca Atatürk gözleri, mehmetçik süngüsü yansıtabilirim.
Yeter ki ayağınız alışsın.

***

Milliyetçilik kadar, muhafazakarlığa da yeni ilgi alanları önerilerim var. Zira şu sıralar kim neyi, kimin adına muhafaza ediyor anlayamaz olduk. Biri mahallesindeki transı linç ediyor mahallece. Meğer yeni rant sahasıymış oralar, kira gelirini muhafaza ediyormuş. İlginç.

Mahallenizi madem çok seviyorsunuz, madem evladınız için temiz şehir istiyorsunuz, dünyanın en büyük yandaş dolandırıcılığına, kentsel cukkasına dönüşecek "kentsel dönüşüme" dikkat edebilirsiniz mesela. Bir takım ağa oğullarının kentinizin ormanlarına, su kaynaklarına beton blokları dikmesine, fakirlerin evlerinden zorla atılıp, yerine zenginler için villa dikilmesine karşı olabilirsiniz. Buyrun mahalle değeri, buyrun çocukların geleceği ve ahlakı.

Siz ve sizler dahil, milyonlarca insanın mağduriyetine engel olmaktan daha ahlaklı iş var mı?

***

Biliyorsunuz, Tunç Çağı'ndan bu yana epey zaman geçti.
Fakat yönetici sınıflar henüz ilerlemek için, savaşmaktan daha akıllıca bir yol bulamadılar.
"5-6 bin yıl dile kolay, insan bu kadar da geniş olmaz ki!!" diyebilirsiniz.
Hatta demelisiniz.
Zira demezseniz her gün, bir başka Hitler/İtalyan mafya ailesi parodisi izler, sonunda bundan memnun bile kalırsınız.
Çünkü savaşlar aslen cephelerde değil, kötü yönetilmeye alışmış halkların zihinlerinde kaybedilir.


Biterken,
Yine "geyik yapıcam" derken geldiğim bu noktada, ki sabahın körüydü ve kendi kendime konuşarak evi basan pireleri ilaçlıyordum, biraz tuhafım. Görseli bulana kadar bir ton stumble sitesi dolaştım. Güzel şeyler görünce, keyfim mecburen yerine geldi. 
Size hikayeler anlatacağım günleri iple çekiyorum... Azz sonraa.
Ve bir de, Kısmet Şov'u 23 Ekim'de, Babaylon Lounge'da, 21:30 civarı, çıplak gözle izleyebilirsiniz.
Bu sezon kısmetse, daha iyiyiz.


Bu ülkede çok değil bir iki ay önce 27 yaşında bir anne, üşüyen çocukları için saç kurutma makinesini açık bırakıp, yan odada kendini astı. Aylardır yokluk çekiyor, çocuklarını besleyemiyordu.

Çok değil bir iki ay önce, bu ülkenin doğu sınırında kaçakçılıktan başka yaşam şansları olmayan bir grup insanın üzerine devlet, "terörist olabilirler" endişesiyle bomba yağdırdı. 34 vatandaş öldü. Çoğu çocuktu.

Bundan birkaç yıl önce, Türkiye'de sokakta yaşayan çocuk sayısı 72 bin civarındaydı. Tinerci çocuklar adam öldürdükçe, suça karıştıkça, toplum onları it eniği gibi adalara bırakmaktan, toplayıp çöplüklere atmaktan bahsetti. Devlet soruna çözüm önerisi getirmedi. Sokakta yaşayan çocukların sayısının 80binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

Milyonlarca çocuk gelin, binlerce ölüm, aile içi felaket, fakirlik, eğitimsizlik, çocuk işçi, eziyet ve eşitsizliğin kol gezdiği bu ülkede, bir gün başbakanın vecize üreteceği tuttu ve dedi ki: "Her kürtaj bir Uludere'dir." Sonra onun sağlık bakanı, yanaklarından pembiş sağlık huzmeleri yayılan o bakan da arka çıktı kendisine "Annenin başına kötü bi'şey gelmişse, devlet gerekirse o çocuğa sahip çıkar." buyurdu.

Tövbe de. Tövbe deyin. Çabuk.

Canım devlet yaa, sosyal devlet diye geçinen bu acayip devlet, bir grup faşistin elinde demek isterdim. Lakin gidip araştırmamızı yaptığımızda, maalesef hükümetimizin faşist bile olamadığını, o sistemin her türlü düşünsel ve yaptırımsal özelliğini tek tek ve topyekün taşırken, olumlu bir iki yanını dahi bünyesinde barındıramadığını görüyoruz.

Misal ki Alman Nazizmi, (övmek için demiyorum, yanlış olmasın), halkına epey refah sağlıyor. İşçi ve işverenin ortaklaşa bulunduğu sendikalar kuruyor mesela. Bizim hükümet daha dün, biz kürtajı can havliyle tartışırken, hava memurlarının grev hakkını elinden aldı.

Alman Nazileri şehirlerini baştan başa modern, kültür ve sanatla iç içe büyüyecek şekilde yatırımlar yapıyorlar. Bizim cumhurreisimiz daha dün, kentsel rant yasasını onayladı. Yetmedi, İstanbul'un doğal kaynaklarını tamamen yok edecek, trafiği azaltmadığı gibi göçü tetikleyecek, tek faydası hükümet ve ümmetine yeni rant alanları açmak olan 3. köprü ihalesi sonuçlandı. 10 yıl sonra daha skik bir istanbul için avuçlar ovuşturuldu.

***

Lisede evli olabilen kızlar, tecavüzü her gün hak eden başka kızlar, öldürülmeyi, şiddet görmeyi, taciz edilmeyi her an belli ki "aranan" başka başka kadınlar, hiç dert olmuyor bu hükümete. Ama çocukların doğum hakkını önemse önemse helak oluyorlar (mış). Sokaktaki çocuklar, başına bomba yağan çocuklar, biber gazı sıkıp öldürdükleri çocuklar, gözaltında kaybettikleri çocuklar, poşu taktığı için 10 yıl hapis verdikleri çocuklar, depremzede çadırında yanarak ölen çocuklar, kesmiyor hükümeti.

Demek ki, hükümetimize harcayacak daha çok çocuk lazım.

Hele bi doğsunlar da, sonra nasıl olsa büyük bir kısmı ölecekmiş. Ölmeyenler hayat boyu sefalet çekecekmiş. Olsunmuş yaa, hele doğsunlar da, Allah rızkını verirmiş. Zaten imanlı nesiller yetiştirmek istiyorduk, imandan başka sığınacak hiç bir şeyi olmayan çocuklar doldurmalıymış ülkeyi.

Eğitimsiz, işsiz, umutsuz kalabalıklar. Nereye çeksen oraya gelebilecek, ister savaşta, ister devlet eliyle terörde harcanabilecek, ucuz iş gücü yapılabilecek, imanı, vicdanı ve hatta üreme organları bile devlet tarafından yönetilen, basbayağı köle çocuklar...

***

Demem o ki, nur topu gibi post modern faşizmimiz oldu artık. Kitlesel hak ihlallerinden, bedenin üzerinde söz sahibi, yaptırım uygulayan devletlenmeye dahi geçildi. Hayırlı olsun.
Siyaset tarihi bunun örneklerini görmüştür, insan ırkı var olduğu sürece de görecektir.

Lakin adını koyalım bazı şeylerin amk.
"İleri köle demokrasisi" gibi mesela.


biterken,
asabımız çok bozuk. kendimize dünya haritasından kaçacak ülke arıyoruz. kaçmak istediğimiz için utanıyor, utandıkça kızıyor, kızdıkça kaderimize küfrediyor, it gibi ulanıyoruz.
şafak pavey'in konuşmasının linkini koyucam şuraya, o daha iyi anlatmış.

Lütfen içeri girerken ayakkabılarınızı çıkartmayı ve eşikten sağ ayakla geçmeyi ihmal etmeyiniz.
Bu ilk ziyaretiniz ise, size ülke kurallarımızdan biraz bahsetmek yerinde olur.

Semih Cumhuriyeti Temel Kuralları

1) Semih Cumhuriyetinde insanlar ikiye ayrılır; Semihler ve ötekiler.

2) Semih Cumhuriyetinde ötekiler, öldürülebilirler.

3) Bir Semih dünyaya bedeldir. Bu denklemi sağlamak için, herhangi bir Semih'in herhangi bir muvaffakıyet göstermesi gerekmez.

4) Semih Cumhuriyeti aslen laiktir. Ama Semihlerin %99'u, Maşrapa'ya inanmaktadır.

5) Maşrapa'ya inanmak zorunlu değildir. Ama inanmayanları ötekiler'den saymak ve öteki gibi davranmak normaldir.

6) İyi bir Semih, Semih olmanın dünyadaki en iyi şey olduğunu düşünür. Bu düşünceye ulaşması için ülkesinde herhangi bir şeyin iyi ve güzel olması gerekmez.

7) Semih'in Semih'ten başka dostu yoktur.

8) Semih Cumhuriyetinde, Semih olmayanların hak araması yakışık almaz.

9) Semih Cumhuriyetinde, Semihlerin de hak araması yakışık almaz.

10) Her Semih asker olarak doğar, 30 bin SL ödeyerek bu doğum lekesini aldırabilir.

11) Semih Cumhuriyetinde siyasi iktidarların en büyük derdi, Maşrapa inançlı nesiller yetiştirebilmektir.

12) Semih Cumhuriyetinde yazarak, şarkı söyleyerek, Semihçe dışında dil konuşarak, öteki olunabilinir ve öldürülebilinir. Öteki olup öldürüldüyseniz, cinayetin failinin bulunmasını beklemeniz yakışık almaz.

13) Semihler kadın ve erkek olarak ayrılmazlar. Kadın Semih mi olur? Kadınlara işte bu yüzden "Semi" denir ve "yarım" muamelesi yapılır.

14) Bir Semi taciz veya tecavüze uğradıysa, bunu hakketmiş demektir.

15) Semih Cumhuriyetinde nüfus kalabalık, gelir dağılımı eşitsiz, Semihlerin çoğu aç, eğitimsiz, temel sağlık ihtiyacını karşılamaktan yoksun olabilir, olsundur. İyi bir Semih'in görevi, tüm bu olumsuzluklara rağmen, Semi'sinden 3 çocuk peydahlamaktır.

14) Semih Cumhriyetinde, Semi'lerin 10+ yaşlarda evlendirilmesi, satılması, ailesi tarafından namussuz bulunarak öldürülmesi, okutulmaması ve çalışmasına izin verilmemesi normaldir.

15) Semih Cumhuriyetinde "maşrapa yok" demek cezaya tabidir. Semihliğe hakaret etmek suçtur.

16) İyi bir Semih, iki temel inancı (Semihlik- Maşrapalık) ekseninde her an galeyana gelebilir. Bu galeyan esnasında bir grup insanı yakması veya linç etmesi olağandır.

17) İyi bir Semih deprem, trafik kazası, iş kazası, hapishane, terör kapsamında hiç şikayet etmeden ölmeyi bilir.

18) Semih Cumhuriyetinde, bayrak, insan hayatından daha kutsaldır.

19) Semih Cumhuriyetinde, Semihlerin ne okuyacağına, ne izleyeceğine, nasıl bir internet kullanacağına, nasıl yetişeceğine ve nasıl düşüneceğine, politikacı Semihler karar verir.

20) İyi bir Semih, politikacısının kendisine uygun gördüğünden fazla özgürlük istemez, istemeyi zaten bilmez. İyi bir Semih, kanaatkardır.

Semih Cumhuriyeti hiç şüphesiz bu kurallar dahilinde, dünyanın en güzel ülkesi olmuştur.
İnsanin en iyi hali, Semih halidir.
Ne mutlu Semihim diyebilene!

Biterken,
Bitsin yaa.


Erivan'dan döneli baya oldu, hatırlamak için şöyle bi fotoğraflarına baktım. Sevgililerin eksi 2'yi gören soğuğa aldırış etmeden öpüştükleri o bakımsız parkları, her kafamı kaldırdığımda karşıma dikilen dumanlı Ağrı'yı, pembe volkanik taştan dev binaları, yüzleri çok tanıdık bir hüzünle gölgeli insanları, Ararat marka konyağın genzi yakıp dudakları kızartışını hatırladım.

Erivan hem çok tanıdık, hem çok uzaktı.

Öncelikle, döndüğümden beri bu konuda bir takım sorular alıyorum. Sonralıkla, bu blogger text editörü bu ara ani bi kararla, metin editlememeye başlamış. Onun bu bireysel kararına saygı duyup, görüntüleyemediğim yeni blogger ara yüzüne ise küfretmeyi bırakıp, elimden geldiğince soru cevap yazıcam bu yazıyı. Bold yok, italik yok. Nokta, virgül ve numaralandırma var. Olduğu kadar.

1) Ermenistan'ın başkentinde ne işin olabilir?
Aslen çok işim yoktu, şimdi doğruya doğru. PechaKucha Nights denilen ve insanların birbirleriyle yaratıcı projelerini paylaştığı bir etkinliğe, gözlemci basın kadrosundan katıldım.

Bu sebeple, Kurban bayramı tatilinin 2. günü, Viyana aktarmalı bir yolcukluk ve tatlı bir ekiple Erivan'a vardım. İki gün boyunca şu an adını hatırlamadığım bir Orta Asya organizasyonunun misafiri olarak şehirde yedirilip, içirilip, gezdirildim. Gazetecilerin hayatı güzelmiş. - Hükümetlere lolo yapıp, mapusa düşme kısmı hariç- Onu anladım.

2) Erivan dedikleri kadar fakir mi?
Hem evet, hem hayır. Erivan'da ilk sabah, herkeslerden önce kalkıp sokağa fırladığımda dikkatimi ilk çeken şey, Rusya mirası 6 şerit yollarda dolanan pahalı arabalardı. Yol üstünde yaşlı bir kadın feryat ederek ağlıyor, bizim Rus tarzı tabir ettiğimiz giyimli Erivan kızları, ayağımdaki Adidas'ları kesiyordu. Bir Nişantaşı yerlisi, Beşiktaş çarşıya nasıl görünüyorsa, ben de onlara öyle görünüyordum sanırım, ki bundan biraz utandım.

Ermenistan'ın temelde ihraç ettiği pek bişey yok. Ekonomisi Kominizmden çıkıp taklaya gelmiş tüm ülkeler gibi sallanmaklı. Öte yandan en lüks mağazalar şehirde, marketlerde aklınızın alamayacağı kadar çok çeşit var ve hepsi ithal. Öyle ki, 3 yuroya şampanya alıp, ayağımıza döktük şımarıklıktan.

3) Erivan'da gece hayatı nasıl?
Gündüz hayatı bitti, aman geceler olmasın... Erivan'da gece hayatı beklentimizin üzerinde. Barlar dışarıdan belli olmuyor çünkü, taş binaların bodrum katlarına konuşlanmışlar. Aynı şey şehirde bolca bulunan strip clublar için de geçerli. Şehir hem ucuz, hem de temiz strip clublara sahip. Gitmedim, gidemedim ama giden arkadaşların yalancısı, hatta yancısı oldum.

Kişi başı 10 yuro giriş, 2 yuro masaya hanım çağırtma. "5 euro daha vereyim de git şu dildoyu az uzakta sok" gibi bir fiyat - performans endeksi var. İçki zaten anladığım kadarıyla dünyanın geri kalanında bol ve ucuz bi'şey. Sadece sevgili ülkemizde keyifle içmek bu kadar lüks bi eylem amk.

Şehrin dış mahallelerinde ise, ibadullah kumarhane var; bol neonlu, gaziemir fonunda, biraz da ürkütücüler açıkçası. Bizim durumumuz olmadı, gitmedik, gidemedik.


(parklar)

4) Şehirde gezilecek görülecek bir şeyler var mı?
Elbette. Şehrin hakim tepesine bir güzel "sözde soykırım anıtı" yapmışlar, parmaklarınızı yersiniz valla. Şaka şaka, işin siyasi-etnik-tarihi boyutuna sonra geleceğim.

Şehirde ilk görülecek şey Ağrı dağı, o kadar yakın ve heybetli ki, kaçınmak imkansız. Sonra Rus mimar Aleksandr Tamanian tarafından inşaa edilmiş kentron, yani şehir merkezi binaları, opera salonu, Ararat konyak fabrikası ve Matenadaran, yani içinde binlerce Ermenice orjinal el yazması barındıran kütüphane, ziyaretlerinizle şenlenmeyi bekliyor. Matenadaran dünyanın en büyük el yazması kütüphanesi ve içinde aşkla çalışan rehber hanımlar barındırıyor. O konuşurken soru sormak serbest, kendi arasında konuşanlar ise, çatık kalın kaşlarla uyarılıyor.

Bir de hepimizi duygulandıran, yönetmen Sergei Parajanov’un kolaj işlerinin sergilendiği müzeye gittik ekipçe. Kıyamam Sergei, Ruslar yıllarca adamın film çekmesine izin vermedikleri, adamı sapık diye yaftalayıp hapse attıkları için, kendisini kolaj enstelasyona vermiş. İşlerin yokluktan gelen orjinalliği ve duygusallığı dayak gibi. Erivan'da yemeyi bilene dayak çok zaten.



5) Türklerden nefret ettikleri doğru mu peki?
Yaani, ben olsam nefret diye kestirip atmam. Daha dikkatli konuşurum. Tanımadığım ve tarihi bağımı reddettiğim insanların hataları için özür dilemem ama empati kurmaya çalışırım. Erivan ölen dedeleri, dağılan aileleri için hala yasta; hala kopup geldiği memleketini özlüyor. Şehrin sembolü o sebepten Ağrı, yani konyaklarına da adını veren Ararat.

Türklere soykırımı kabullenmedikleri için kızgınlar evet. Ama sokakta Türküz deyince kimsenin holiganca saldırdığı yok. Hem bunun için Orhan Pamuk kitabı gösterip "Yaaa evet Türküz ama şeyiz biraz" açıklamanıza da gerek yok. Millet boğazının derdinde zaten, zaten 70 yıl da Rusya tarafından ezilmiş. Öyle boş düşmanlığa karınları tok.

6) Peki dertleri neymiş, hala niye 100 yıl önceki hadise için ağlaşıyorlar?
Pecha Kucha gecesinde tanıştığım tarih eğitmeni bir Ermeni bey, son derece kibarca geçen konuşmamızda şöyle anlattı. "Erivan'ın nüfusu 1900'de, 30 bin civarıydı. 1916'da 300 bin Ermeni bu şehre ulaşabildi. (Yola çıkanların 1 milyona yakın olduğu tahmin ediliyor.) Ve bu 300 bin kişinin büyük çoğunluğunu, öksüz-yetim çocuklar oluşturuyordu."

300 bin yetim tarafından kurulan bir şehrin, derinlerde bir yerde usul usul kanamaya devam edeceğini, sanırım az çok tahmin edersiniz.



ağrı-ekip

7) İçimizi ezdin, biraz neşeli şeyler anlat. Yemekler felan nasıldı ?
Erivan'ın doğal yayla olmasından hareketle, (rakım 1000 metre) eti, sütü, peyniri meşhur dediler. Ki İtalyan restoranında tükettiklerimiz çok iyiydi hakikatten. Onun dışında pastırmaya çok benzeyen kuru et, kısıra çok benzeyen bulgur pilavi, türlüye çok benzeyen türlü... Nasıl olsun yani, Türkiye'nin en doğu ucunda ne yenirse, o vardı menüde. İnsanlar da Türkiye'nin doğu ucunda göreceklerinize benziyor zaten, sokata sık sık Burhan Çaçan'lar geçiyor yanınızdan.

Şehirde son dönemde şık restoranlar açılmış, fiyatları gayet makul. Yeni ekonomik düzen ile beraber, "Ağaoğlu her yeri skip atacak" sendromu onlara da gelmiş; her yerde çirkin çirkin inşaatlar, şehrin taş işlemeli doğal mimari dokusunun içine etmek için adeta gün sayıyor.

Bence ülkedeki en ilginç şeylerden biri, kullandıkları inanılmaz zarif alfabe. Ama "üzerinde Ermenice yazan bir tişört alayım" desen avucunu yalarsın, öyle bir turist malzemesi bulunmuyor. Ben babama bi şişe, 20 yıllık Ararat paketlettim, kendime 3 mini nar şarabı aldım. Onun dışında ısrarla aramama rağmen, yöresel bir ürüne ulaşamadım. Kent pazarı dedikleri yerde bi iki çeşit cevizli sucuk, diğer pazarda ise Tahtakale malları var. O yani, o kadar.

8) E özetle o zaman, naapalım, gidelim mi Erivan'a? Ermeni'ye kin mi tutalım biz de? Sözde soykırım, özde herkes belgelerini mi açsın? Yani?

1915'te olan şeyin açıklaması, maalesef siyaset tarihi açısından çok basit. Ermeniler azınlık olamayacak kadar köklü bir kültüre, dile, etnik bağa sahip bir halk lakin, toprak verilemeyecek kadar da sayıca azlar. O dönemin iktidarları, yalnız Türkler değil ha, tüm iktidarları bakıyolar ki olacak gibi değil. Nefis Anadolu pastası paylaşılırken, bu halkın binlerce yıllık yurtları da aradan kaynayacak ve adamlar illaki terslik çıkartacaklar. E o vakit, "şu halkın kabasını bi alalım" demişler. önce "Yaa siz devlet kurun bak, süper olacak" gazlayıp, sonra üzerlerine Osmanlı'yı salmışlar.

Çok çirkin anlattım ama siyaset tarihi zaten çirkindir, yozdur, topyekün orrospu çocukluğudur. 600 bin kişiyi hiç etmek, dünyanın hiç bir iktidarı için büyük bir sorun olmadı, hiç bir zaman da olmayacaktır.

İş bu sebeple, bence ne içerideki, ne de Ağrı'nın öte yanındaki Ermeni'ye kin tutmayın kardeşim. Devletlere kin tutun, siyasetçilere, siyasetin kendisine, insanın doğasına kin tutun.

Bugün "Cihangir'de ciddi ciddi hipster Cumhuriyeti kurucaz" deseniz, sizin de kabanızı alırlar zira.

Ha Erivan'a da gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz. Vize'yi girişte, 8 yuro bastırana veriyorlar. Çıkarken pasaportunuzun kopyasını alıp yolluyorlar.

Biterken,
Text editörü geri geldi. Şükür kavuşturana blogır.
Perşembe yani yarın, yani ayın 22'sinde, Kargart'ta Kısmet şov var. Saat-21:30'da.
Aynı şey, pazar akşamı, yani 25'inde, saat 22:30'da, Kemancı'da tekrarlanıyor.
(sahne arkadaşım deniz anlıtemiz, ki kendisi aynı zamanda yaşayan en seksi mizahçı, neyse, beni izlemeye kimsenin gelmediğinden şikayetçi. beni "sosyal sorumluluk projemiz" diye sahneye çağırıyo hatta. yani, öyle.

Simone de Bualemgötünekurbanivoir- Şikago-1954

Şimdi aranızda şaşıranlarınız olabilir; Deniz sen anca dijital reklam, bi de "basılmamış" blog yazan bi kolpacısın. Üstüne üjbej kişinin geldiği bi de standup'a çıkıyosun diye, kendini yaratıcı mı zannettin? Haşa!

Bu gece sizlere bahsini açacağım, insanlık tarihi için pek önemli, 3 yaratıcı kadın. Üç acaip kafa ve üç çarpıcı kader. (Çarpıcı kaderler sadece Türk dizilerinde yaşanmıyor tabi.)

Ehem. Anlatıyım.

İlk kadınımız Camille Claudel, kendisi Fransız bir heykeltraş bildiğiniz üzre. Ya da bilmediğiniz. Zira tarih Camille'den, 17 yaşında bir sanat öğrencisiyken ağına düştüğü Rodin kadar sık bahsetmiyor. Taze Camille, Rodin ustanın ağında önce öğrenci, sonra manita ve en nihayetinde Alamancı oluyor. 10 yıl boyunca beyzadenin atölyesinde ırgat gibi taş yontup, herifin mastır piyslerine emek verdikten sonra, Rodin karnında bebeğiyle Camille'i tersliyor. Camille de, kendisiyle evlenmeyen, "1800lü yıllardayız, söz olur" düşünmeden metres hayatı yaşatan Rodin'den ayrılıyor.

Lakin kadıncağızın çilesi burada da bitmiyor tabi. Kendi heykel atölyesini açıyor Camille. Heykelleri şaheser ama kadın heykeltraşa o dönemde para veren yok. Öte yanda Paris'te "Rodin işlerini Camille'e yaptırıyomuş, rodin karı parası yiyomuş." söylentileri almış yürümüş. Rodin'in kıllığı da, Camille'in depresyonu da on numara.

Camille'in aile de biraz acaip doğrusu; bi yanaşma şair, aslen sefir abisi, kızını Rodin'le yaşadığı aşk yüzünden affedemeyen bi de annesi var. Sanat yolunda yalnız babası destekliyo Camille'i, onun da öldüğünü gizliyorlar kızdan. "Gel de delirme" derken, Camille deliriyor. Kendi eserlerini parçalamalar, "Bunu Rodin yaptı" demeler. Ki bence yapmıştır. Rodin'den beklerim.

Velhasıl, kadıncağızı el birliğiyle tımarhaneye kapatıyolar. Hayatının geri kalan 30 senesini, eline çamur bile almasına izin vermedikleri bi deli evinde geçirip, ölüyor Camille. Akıl almaz güzellikteki, sağ kalan 70 parça işinin çoğu da günümüzde, iblis Rodin'in müzesininin bodrum katında sergilenmektedir. (fak yu adalet, fak yuuuuuu)

***

Bir diğer kadınımız Sylvia Plath. Ebenin .mı Sylvia Plath. Sırça Fanus'un yazarı, şair, lady lazarus. Sylvia tarz olarak, genelde çok sıkılıyor. Ömrü boyunca. Zira, kadınların ev işi dışında bi varoluşları olmaması makul görülen yıllarda, bir dahi olarak dünyaya gelmiş. Büyük talihsizlik. Babası ne ayak, tam çözemedim ama, ilk o ayarını bozuyo kızın. Syliva evden ayrılıp felan az toparlıyor. Neyse ki, tam bir ayar bozumu için beklenen darbe gecikmiyor. Gerzek Sylvia kolleje gider iken, şair Teg Huges'a çılgınlarcasına aşık oluyor.

Ted Huges romantik-denyosu kıza nikahı basıp, iki de çocuk peydahlar peydahlamaz, Kafkaesk bir kafaya geliyor. "Tanrım bu çocuklar, bu ev... Dayanamıyorum! Ben bi sanatçıyım, bunalıyorum, anlıyor musun?" sayıklamaları başlıyor. Yok komşunun kızına halleneyim, yok eve giren çıkan bacıya yazayım derken, çok geçmeden ted başka manitaya kaçıyor. Sylvia da "Hazır depresif bi bünyeyim, niye çocukları içeride uyutup, mutfakta gazlı fırına kafamı sokmuyorum?" soruyor kendine. Soruş, o soruş.

Pekii, 31 yaşında toprağı bol olsunlara karışan Sylvia'nın ardından, Ted'in dayaklık yaşam tarzında bir değişiklik oluyor mu? Ah maalesef. Sylvia henüz hayattayken çocuğu koymuş bulunduğu, komşunun kızı Assia Wevil ile evleniyor hemen. Maalesef Assia da tam 4 yıl sonra, Sylvia ile aynı şekilde ve fakat bir farkla, babasının tanımadığı kızıyla birlikte öldürüyor kendini.

Çok üzülen Ted o ara, resmi kocası ve mirasçısı olarak, Sylvia'nın günlüklerini yakmayı, işlerini filan hiç etmeyi de ihmal etmiyor tabi. En son hemşiresiyle evleniyor. Hayatının son baharında Sylvia'ya yazdığı şiirlerden oluşan kitabıyla büyük ödül alıyor.

Ha bi de mezar taşı hikayesi var; Ted Huges Sylvia'nın mezar taşında soyadının yazması gerektiğinden emin. Kızın hayranları ise hiç de aynı fikirde değil. Velhasıl sayın Huges defalarca, hayranlar tarafından soyadı karalanan mezar taşını söktürüp, yenisini dikiyor. Hırslı biri herhal.

***

Son kadınımız, sevgili Simone de Beauvoir. Zilli Simone, Sartre'den evlenme teklifi aldığında henüz 20 yaşında. "Hıı olur. Ama hayali evlenelim." cevap veriyor berikine. "Hani zaten ikimiz de felsefeci olucaz, varoluşu falan sorgulıycaz. Öyle düğün, kına işine hiç girmeyelim Sartırım." İkili bu kafayla bi takılmaya başlıyor, 40 yıl gideri varmış meğer. Sartre ölene kadar, bazen beraber bazen ayrı, geziyor, yiyor, yaşıyor ve sevişiyorlar.

Simone'da afedersiniz 6 kilo taşak var; gezi yazıları ve felsefi kitaplar yazarak hayatını kazanıyor, başka kimseyle evlenmiyor, çocuk yapmıyor. "En büyük eserim hayatımdır" açıklıyor bir yerde, "Yazar bi kadın olarak ilk görevim, yazmaktır" ekliyor. Belli bi yaştan sonra zaten tezgahı nereye açması gerektiğini de anlamış, üniversitelerde ders verirken çıtır manitalar, oğlanlar ve kızlar ortaya karışık söyletiyor. Al gülüm ver gülüm yaşayıp gidiyor Simone.

Sartre'dan 6 sene sonra öldüğünde, onu hayali beyinin yanına gömüyorlar. Mirasçısı olan kız, yani evlat edindiği genç öğrenci-manitası, Sartre'ın evlatlığının aksine, Simone'un tüm aşk meşk mektuplarını çekinmeden basıyor. "Bizde yanlış yok!" hesabı.

Bu üç hikayeden ne öğrendik peki sevgili koçari okuyucu, ne süzdük?

1) Yaratıcı bir kadınsan, seninle aynı telden çalan manita yapma! Gerçi biliyoruz, bu uyarıyı dinlemeyeceksin. Çok büyük, çok üretken, çok sanatsal ve hatta kavramsal bi aşk yaşamak istiyeceksin. Çünkü manyaksın. O sebeple, senin için alttaki diğer maddeleri hazırladık.

2) Yaptığın bohem sevgiliyle asla evlenme, herifin çocuğunu doğruma, onunla aynı eve çıkma ve herifin gtüne yapışma.

3) Kendi işin, planın, çalışma şeklin ve kuralların, yerin, paran, arkadaşların, kısacası hayatın olsun.

4) Bohem manitan "Ben yaratıcı adamım, daralıyorum. Bak gördün mü, sivilce bastı. " çemkirdiğinde, sen x2 daral. Hemen atla git, bi 2 ay Avrupa gez. Yoldan da bohem piçine mektup yaz. Mektubun ana fikri: "Enriko ayak bileğimi dillerken aklıma sen geldin aşkitom, je t'adore, valla." olsun.

Hülasa, yetenekli bir kadının hayatında yapabileceği en büyük denyoluk, etrafındaki erkeklerin bu yeteneği destekleyeceğine inanmaktır.
Haaa faydaları dokunur, o ayrı.
Almayı bilirsen.
Unutma bacım; almak.


Biterken,
Bir Cuma akşamıydı. Çoğunuz sağa sola gezmeye çıktınız. Bazılarınız eve dvd aldı, arkadaş çağırdı, içki koydu. En olmadı televizyon seyrettiniz ulan. Bense bunu yazdım. Çünkü yazar bi kadın olarak ilk görevim, cumhuriyeti, ilelebet, muhafaza ve müdafa etmektir.
Yoruldum ben.
Kısmet Şov, 20 Kasım pazar-Kemancı (21:00)
(şovu ciddiye alan yok tabi, orda 1600 küsür kişisiniz, ateş istesek uzatan olmaz, neyse)