Son Şeyler

Showing posts with label kitap. Show all posts
Showing posts with label kitap. Show all posts
foto: temsili - bizim evde her şey bi miktar düşük çözünürlükte böyle, n'etçen?

Uzun süredir bitki bakan biri olduğum halde, çiçeklerimle konuşmayı henüz denemedim. Lakin onların kendi aralarında konuştuklarını da duymazdan gelecek değildim. Hele son birkaç gündür işittiklerim, açıkçası bitkilerin naifliğine olan inancımı epey sarstı.

Misal Hollanda’dan elimle getirdiğim, tohumuna avro saydığım birkaç tip var ki, saymaz olaymışım. İçlerinden biri bildiğin yalancı çıktı. Eve böcek kapan, etobur bitki kisvesi altında girdikten sonra, büyüyüp sineğe böceğe hiçbir talebi olmayan dandik bir çalı oldu. Yine de bakıyorum hatunda kibirin biri bin para. Daha bu sabah diğer Dutch’larla birlik olup Sardunyaları eziklediğini kulaklarımla duydum. Neymiş, sardunyalar sürekli çiçek dökerek balkonu kirletiyorlarmış. “Nıç nıç nıç”mış. Hayır sana ne oluyosa? Sinek avlamıyosun da balkon mu süpürüyosun bre yavuşek züppe?

Neyse ki, Sardunyalar kalabalık. Hepsi mülteci; hepsi başka saksılardan kırılıp balkona kapağı attılar. Mizacı mücadeleci sardunların en büyüğü, yalancı etobura yan yan baktı. “Şekerim sen önce bi kışı atlat da sonra konuşalım bunları” şekli laf çaktı. Baktı sardunların pabuç pahalı, Hollandalı bu kez Avokadolar’dan destek aradı, fitneci piç. Ama Avokadolar delikanlı çocuklar; bi kere kendilerini tropik değil, Migroslu sanıyorlar. Vaktiyle salataya doğranmış olmanın verdiği efendilikle, hemen konuyu değiştirip, yaklaşan gübrelenme döneminden bahse başladılar.

Gübre konusu boka sarınca içlerinden biri, hadi adını da vereyim Laz Fesleğen, “Abilerum ablalarum, ha burayağ en guzel kokan bitgi yarişmasu yapalum da” tuturmasın mı? Balkon birbirine girdi. Henüz baygın kokulu dev beyaz çiçekler açmasına iki ay olan Boru Otu “Erken seçime hayır!” şekli tavrını koydu. Mayıs’ta çiçekleri döken güller “Hakkımız yeniyor, bunu kaldıramayız!” şekli çemkirmeye geçtiler. Pek bir kokusu olmayan lakin çiçekleri mor ve sevimli olan Sabah Çiçeği ise hepsine pis pis bakıp, “Şimdi hiç sizinle uğraşamıycam ama belki uğraşırım yaneee” gibisinden dudak büktü. Bu çıkış diğerlerini epey ürküttü. Zira ecnebi adı “Morning Glory” olan bu tip, sarmaşıkların en belalısı. Hemen her saksıda tohumu, her saksıda bir adamı var. Üstelik manyakça hızlı büyüdüğünden, ben bi hafta balkona uğramasam bütün çiçekleri affedersiniz s.ker atar.

Böylece “En güzel kokan çiçek 2015” yarışması rafa kalktı. O esnada son üç yıldır aynı çömlekte boy atan Citrof, “Benim yeni saksıya çıkmam lazım abi, böyle olmuyor” şikayetlerine başladı. Halbuki haberi yok ama kendisi aslında bonzai. Ben budamayı bilmediğimden ayı gibi oldu zaar. Bir de o dallarla mini mandalinler verişi var, sanırsın büyük olay. Nane iti, bunu duyunca durur mu? “Abi bana her saksı dar yea. Bak misal, elindeki en geniş saksının köşesine ek beni, üç ay sonra bir bakmışın saksının taa öbür ucundayım. Bir oradayım bir burda, hayaller ortasında be abi… Yine de yoluyolar beni be abi, alkollerine meze ediyollaa” diye ortamı kaynattı.

Nane “Beni yoldular” söylenir de, kedi çimi durur mu? Haklı aslında, tüm ekibin en ezilmişi, halk çocuğu, kedilerin her sabah kusmak için yedikleri bu gariban çim. Aslında kedi çimi bile değil, Kadıköy Belediyesi’nin “fazla geldi” diye kesip, bir kumaş parçası gibi yol kenarına attığı halı çimlerden. İki yıldır genişçe bir salata kasesinde yaşıyor ve sanırım evde bakılmak diğerlerinin aksine onu epey bozuyor. “Hani benim parkım, ah vatanım, vah vatanım” ağlaşıyor da, balkon ahalisi bunu pek takmıyor. Yine içli bir türkü tuturdu. “Kimse üstümde piknik etmiyor, buna çimlik denir mi? Kediler ısırıyor ama kimse biçmiyor, böyle çimlik edilir mi?”

Artık hangi yörenin türküsüyse, yeminle içim dağlandı. Çektim salağı balkonun ortasına, bi el bezi attım üstüne. Sonra da yarım göt de olsa oturdum tepesine ki gariban üstünde piknik ediliyor sansın. Akabinde hemen aklım başıma geldi de, panikle kalktım oradan.
Bitki kısmına güven olmayabilir. Konuşmalarını anladığımı, bilmesin p.çler.

biterken
Bir süredir tıpkı ortaokulda inek yıllarımda olduğu gibi kendimi okumaya verdim. Bu inekliğim hatırlarsanız hemen hemen okumayı sökünce başlamış, yuvarlak hesap 20 yıl kadar sonra, bir ajansa girip metin yazarı olarak çalışmaya başlamam ile son bulmuştu. Metin yazarlığı yaptığım yıllarda, kafam almadığı, çünkü biraz küçük olduğu için çok okuyamadım, bolca cepten yedim. Şimdi yeniden vaktim olduğunda, o cebi nasıl da doyasıya kemirmiş olduğumu hayret ve esefle görebiliyorum. Kitap okumamanın eksikliğini, hakikatten hiç okumamış olan hissetmiyor. Kafanda iyi bir yazarın imgeleri ve sözcükleriyle dünyaya bakmanın, önceki bakmalardan ne kadar farklı, ne kadar parlak ve doyurucu olduğunun, ayrımına varamıyor.

Neyse, özetle şu aralar bolca okuyorum. Bunun bir şans olduğunun farkındayım. Lütfen nazar etmeyin. Zira niyetim, okuduklarımın bir kısmını, yani bu şansın birazını sizinle paylaşmak. Keşke her güne 1 kitap gibi bişey yapabilsem ama kendimde o kararlılığı ve dirayeti görmediğimden, şimdilik haftalık bir kitapta anlaşalım istiyorum. Anlaştık mı? Harika.

Size bu hafta anlatmak üzere seçtiğim kitap, annemlerin kütüphanesinden kendime epey genç yaşlarda hediye ettiğim bir Atilla İlhan. İsmi: Fena Halde Leman.

Peki Neden "Fena Halde Leman"?

1- Kitabın radikal kapağını, yazının başındaki fotoğraftan gördünüz. Elimde tuttuğum, Grafika Grup imzalı kapakta, çıplak bir meme ve ona radyo kanalını ayarlamak maksatlı uzanan, "bir başka hanımın" eli bulunuyor. Ayrıca meme ucuna uzanan bu "bir başka hanımın" tırnaklarında oje, üstünde ise ceket gömlek, parmağında "adını sen koy" şeklinde bir yüzük olduğunu fark ediyoruz. (ve hemen provake oluyoruz?)

Günümüzde aynı kitabı almak isterseniz, bulabileceğiniz kapak elbette bu değil. Bu, Özgür Yayın-Dağıtım tarafından 6. baskısı, 1985 tarihinde gerçekleşmiş bir versiyon. Kitabın Kültür Yayınevi'nden çıkan yeni kapağında ise, Öykü Serter'in kayıp kız kardeşini, İzmir saat kulesi önünde görüyoruz. Görelim:


Çünkü malumunuz, şu an Türkiye sınırları içinde hiç bir yerde, meme görmemiz mümkün değil. Sadece meme göremesek iyi, TRT'de kış olimpiyatlarının buz pateni yarışmalarını bile göremiyoruz. Çünkü niye? Halkın sağlığı, çocukların gelişimi... Hımmm... Elimdeki kitabın ilk basımı 1982 bu arada. Yani 80 sonrası o baskıcı, o korkunç zamanların tam ortası... Fakat yine de bir 2015 Türkiyesi değil. Hımm...(x2)

Sonra kitabın konusu da çok ilginç. Bakınız romanın hemen arka kapağında, sayın Füsün Akatlı hanım kitap için ne demişler:

"Kitapta her şey, eşcinselliğin, çift cinselliğin, çifte benlik duyumsamasının gizlerini sergilemeye yönelik, canlı renkli bir anlatımla birbirine bürünür... (yani diyor ki Füsün hanım; kitapta eşcinsellik var) Öyle ki, daha olağan sayılan cinsellik (Füsün hanım burada heteroluktan bahsediyor) kalkmıştır sanki dünyadan... Eşcinsellik olgusu, büyük ağırlık kadınların eşcinselliğine verilerek, oldum olası yinelediği bir izlektir Atilla İlhan'ın" (Füsün hanım'ın dili varmasa da "rahmetlinin döneminde internet yoktu, o da bunlara sarmış olacak" demeye getirdiği çok açık.)... Fena Halde Leman'ı yine de ilgiyle, yer yer Atilla İlhan yazarlığının sarsıcılığına kaptırarak, (kendini mi kaptırmış, kolunu mu, onu bilemiyoruz) yer yer bir sex-fiction romanı okur gibi inanmaz bir inanırlıkla okuduğumu söylemem gerekir." (Füsün hanımın romanda yazılanları yememiş olduğunu söylemem gerekir.)

Kitabı sex-fiction bulan bir tek Füsun hanım değil elbet; kitap hakkında ekşi sözlük araştırması yaptığınızda, içindeki tüm cinsel çeşitlemenin madde madde nakşedildiği, buna rağmen yazarı ve romanın içeriğini "midesizlik"le itham eden entrylere rastlamanız olası. Yani elimizde tuttuğumuz "tartışmalı" bir eser. Neden tartışmalı olduğu da çok açık:

Kitabın içinde yoğun bir biçimde sevişiliyor. Hem de çifte cinsiyetlerle. Abovvv.

Kitap Özeti
Roman, 12 Mart muhtırası verilmeden önceki sonbahar, Çeşme'de bir butik otelde başlıyor. Hanımı ile tatil geçirmekte olan anlatıcı, İzmir'de yaşayan bir gazeteci (bizzat o tarihlerde Alsancak'ta gazetecilik yapan Atilla bey?) butik otelin bulunduğu koyda demirlemiş buhteşem yat "Le Cormoran"ı ve onun sahibesi, hem afet, hem de erkeksi dişi Leman Korkut'u dikizliyor. Hatta yetinemiyor, İzmir'e dönüşte bu İzmirli sosyetik hanfendiyi araştırması için gazeteci arkadaşlarını görevlendiriyor. Ama Leman hanım yer mi? Haha! Yemiyor. Bir takım tehditlerle, falanlarla, aslen kendisine için için yanık bu gazeteciyi başından savıyor. Biz o arada " ay üf çok banal" 12 Mart siyasal olaylarını ve ancak Atilla İlhan gibi bir şairin kaleminden güzel görünebilecek İzmir körfezi manzaralarını okuyoruz. (İzmirli'yim kardeş, bekleme yapma, oku geç.)

Neyse, tam olarak 55. sayfa civarında ikinci kitaba, yani Leman Korkut'un ölümünden sonra yazara yollanmak üzere bıraktığı o dosyaya, yani Leman hanım'ın gerçek hikayesine başlıyoruz. Bu noktadan sonra yazacağımız her şey spoilera girecek ama bir kitabı hiç kimse sonunun ne olduğunu merak ediyor diye okumamalıdır öte yandan. Kitap okumanın motivasyonu, "nasıl yazıldığını merak etmek" olmalıdır. Sonunda ne olduğunu değil. Mesaj kaygım bu kadar, devam edeyim...

İkinci kitap, zaten zurnanın zırt, bazı okuyucuların da giderek "Ay çok yıvranç!!" dediği yer: 2. Dünya Savaşı sonrası Paris'inde, ekmek ve kırmızı şarap bulmak için kendini yaşlı kadınlara elleten yarı Yahudi kızı Jeanne (yani Leman'ın bayan Korkut olmadan önceki adı), bu bataktan Egeli tüccar bir ailenin oğlu Ekrem tarafından kurtarılır. Fakat yıllar süren bu uzak, tatsız evlilik sonucunda, Ekrem Korkut intihar etmiş, eşi Leman ise, ölmeden önce kendisinden bilmediği sebeplerle uzaklaşmış kocasının izlerini bulmaya, Paris'e geri dönmeye karar vermiştir. ("Eeaa, hala sevişilmedi?" dediğinizi duyar gibiyim. Sabır arkadaşlar, sonlara doğru olay kopacak)

İşte o Paris'te, işler çıldırır. Leman Korkut, önce Ekrem beyin Paris'te çeşitli metresleri olduğunu öğrenir. Hemen ardından Ekrem'in trans metresinden, kendini sevici metresine kadar bazı hanımlar ve hanımbeyler ile çeşitli gayrı resmi temaslar kurar. Daha sonra bu temaslarını, kendi erkek de kılığına girmek suretiyle sürdürür. Hatta eskiden kaynanası ile de buna benzer temaslar kurduğunu da, yavaş yavaş itiraf eder. Evet yanlış duymadınız, gariban Ekrem bey'in başına bu da gelmiş, hanımı ve anası bir olup, onun arkasından sevişmişlerdir. Sonlara doğru Leman Korkut, suçluluk duyguları içinde biraz daha sevişir. Kitap biter.

Yani?
Atilla İlhan kitabı 1966'da yazmaya başlayıp, doğum yılım olan 1979'da bitirmiş. Her şeyden önce kitabı yazmaya başlayan İlhan ile bitiren İlhan aynı kişi değil. Bu zaman sıçraması, büyük ihtimalle yazarın esas işi romancılık olmadığı, bir de o yıllar itibariyle muharrirlik yaptığı için zamansızlıktan kaynaklanan bir durum. Yine de romanın bütünselliğine yansıyor. (İçimde bir Füsün Akatlı)

İş bu sebeple, kitabın başında Le Cormoran'daki Leman'ı dikizleyen ve bize darbe dönemi Türkiye'sini anlatan gazeteciden, kitabın sonunda bir daha haber alamıyoruz. Ben açıkçası tek cümle bile olsa, yazarın Leman'ın hatıralarını okumaya bitirdikten sonra ne yaptığını bilmek isterdim. Misal "İzmir Körfezi'ne sarı pembe günün ilk ışıkları düşerken, ben peçetelerimi atmaya gidiyordum." gibi bir cümle yazılabilirdi. (Şaka şaka. tutamadım kendimi)

Öte yandan bu romanıyla, 40 yıllık sanat yaşamının, onca bahadire ve üretimin ardından "porno yazarı" olmakla itham edilen Atilla İlhan, eserini çok daha güzel açıklıyor aslında. Atilla bey, o güne dek romanda toplumsal gerçekliğe odaklanmış ve toplumun bütün kesimlerini yansıtan bir eser vermeyi düşünmüş. Fakat yazarın sondan 3. romanı olan bu esere gelindiğinde, yazarımız artık bu gerçekliği aktarmanın yolunun azınlıklara mercek tutmaktan geçtiğine kanaat etmiş. Cinsel diyalektiği ise, insan psikolojisinin temel taşı olduğu için mercek altına almış. Yani romancılık ve yazarlık adına bu iki olgunluk çağı keşfi, onu Fena Halde Leman'ı ve onun devamı fakat tarihsel olarak öncesini anlatan Haco Hanım Vay'ı yazmaya yönlendirmiş. (Haco Hanım Vay, Leman'ın sevgilisi/kaynanasının öyküsünü anlatmakta, sevicilik kavramını bir de alaturka yönleriyle göstermektedir.)

Özetle, bu kitabı size tavsiye edecek değilim; çünkü şurada üstüne bir iki espri yapmış olsam da, ben kimim ki, bir Atilla İlhan eserini eleştireyim, yetmesin bir de tavsiye edeyim? Bir tek şunu söylemeye yetkim vardır sanıyorum: Fena Halde Leman, fena halde kaliteli edebiyat sınıfına girmektedir ve meraklısıysanız okumanız elzemdir.

 Kitabın bendenizde bıraktığı duygular ise şular oldu.
1- Her şeyden önce giderek muhafazakarlaşan, buna bağlı olarak da algı ve tahammül eşği düşen bir toplumda yaşıyoruz. (Günaydın deniz...)
2-Tüm ülke genelinde yaşanan yozlaşmanın edebiyata sirayet etmemesi zaten mümkün değildi. İş bu sebeple 90 sonrası, Cem Yılmaz cinliğine bürünmeye çalışan sanatçılarımız, ben dahil, tıpkı onun gibi eserlerimizi "kaynak götüm" havasında yazma heyecanına sığınıyoruz. Halbuki kaynak hiç bir zaman Cem Yılmaz'ın götü değildi. O götün altında tüm yapı taşlarını gönlünce kullandığı, 40 yıllık mizah dergiciliği ve çizerlik geleneği vardı.
3- Hülasa, altı boş sanat olmaz.
4- Hayır, okurken hiç hallenmedim.


biterken,
lodos fırtınası moda sahilini dövüyor. 8 ay olmuş yazmayalı. ve o çok güzel kadının da dediği gibi: zaman asla affetmiyor ve sana bundan bahsetmiyor. 
bahsetmesin.


Yüzyıllık Yalnızlık'ı her bitirdiğimde olduğu gibi, yine kendimi belime kadar boşluk ve anlamsızlık hislerine batmış buldum. José Arcadio'ların en büyüğü tadında, aklımı ufaktan yitirip, hayatın şaşmaz aynılığı karşısında "bugün de pazartesi!" buyurasım geldi. Fakat günlerden henüz pazar'dı. Ben bilmesem de pek çok insan bunu bilmiş, kendisini Moda'nın çimliklerine, kafelerine, kafesli top sahalarına ve çay bahçelerine atmıştı.

Kimseye gerçekten bakmayarak sokaklarda yürürken, bu kitapla aramda son 20 senedir bitmek bilmeyen münasebeti düşündüm. Hayatımda hiç gitmediğim ve büyük ihtimalle de gidemeyeceğim, hadi büyük konuştum da, gitsem bile layıkıyla gezmemin çok zor olduğu Kolombiya'da, yüzyıl önce gerçekleşen olayları niye 13 yaşımdan bu yana, sanki kendi talihim, hatta yazgımmış gibi okuyup okuyup seviniyor, göz yaşı döküyor ve dertleniyordum?

Şüphesiz manyaktım ama bu saplantımın illa ki o kitaba, o yazarın henüz 40 yaşını bulmadan bitirmiş olduğu o hikayeye duyduğum yakınlığı açıklamıyordu. Buendia soyuyla uzaktan, yakından, hatta internet aracılığı ile bile "slm, asl" olayına girmişliğim yoktu. Fakat ben, Ursula'nın 100 yılı aşkın süre bitmeyen bir azimle yaktığı ocakta, süpürdüğü kilerde, misafir doyurduğu yemek odasında, beni her yaşımda kucaklayan bir aile buluyordum.

Durun size hayatta en sevdiğim şeylerden birini yapayım ve kitaptan bir hikayeyi cımbızla çekip, canımın istediği gibi anlatayım.

Buendia ailesinin kara yazgılı başına 2 tip erkek geliyor, Arcadio'lar ve Aureliano'lar. Arcadio'lar başına buyruk, maceraperest ve yoldan çıkmaya her saniye hazır, dışa dönük insanlar. Aureliano'lar ise soğuk, münzevi ve bıçkınlar. Gaipten haber alır gibi sezinlemlerle ve katı bir yalnızlık hissiyle kaplı olarak doğuyor, giderek içlerine kapanıyor ve hayatlarını yiğitliğe bok sürdürmemek ekseninde harcıyorlar.

Benim en sevdiğim Aureliano şüphesiz albay olan; iç savaşta liberlallerin zaferi için tam 32 ayaklanma düzenleyip, 32'sinden de yenilgiyle dönen, savaşın sürdüğü 20 yıl boyunca, çeşitli garnizonlarda koynuna sokulan bakirelerden tam 17 tane oğlan peydahlayan ve bu 17 oğlunun 16'sı bir gecede, alınlarına çizilmiş küllü haç işaretinden vurulmak suretiyle öldürülen, büyük kumandan.

Gerçi diyeceksiniz ki, 32 ayaklanmanın hepsinde yenilmiş, onlarca savaştan, 4 suikast girişiminden, bir intihar ve bir de idam mangasından sağ çıkıp, en nihayetinde, işemeye çıktığı çınarın dibinde, babasının hayaleti üzerine sıçratarak yaptığı çişin buğusuyla, kafasını ağaca dayayarak ölen adama, büyük kumandan denir mi?

Bence denir.
Hele ki, sırf liberlaller evlilik dışı çocuklara da eşit hak istediği için (ve kendisinin de Pilar Terena'dan bir aile geleneği gibi peydahladığı bir Arcadio'su bulunduğundan) liberal olan ve yine sadece muhafazakarların düzenbaz ve zorba oluşlarına duyduğu öfkeyle, mutfak bıçağıyla silahlanarak ayaklanan biriyse, bu büyüklük iyice abartılır.

Zira albay hayatı boyunca bir an bile mutluluk, huzur ve yalnızlığın tam tersi neyse onu, bilememiştir.

***

Yalnızlığın tam tersini anlatan bir kelime dilimizde bulunmuyor. Belki başka dillerde, insanların o tam tersi duyguyla sarmalandığı yerlerde, böyle bir sözcük vardır.

***

Albay'ın savaşı bitirmek için var gücüyle kazandığı yenilgi, ne Kolombiya'ya, ne de hikayenin  geçtiği ve uykusuzluk hastalığı sırasında, unutkanlığın ilacı olsun diye ana caddesinde "Tanrı vardır" yazan Moconda kasabasına huzur ve dirlik getirmez. Albay bir sabah çınarın dibinde ve ayakta öte dünyaya geçmezden önce, kasabaya kapağı atmış bulunan muz şirketi, sömürgeciliğin yeni yüzü olarak yönetimi ele geçirir. Soyun atası, macera delisi José Arcadio'nun 3 günlük mesafede denizi bularak umutsuzluğa kapıldığı düzlüklere muz plantasyonu kuran şirket, Mocondo'yu tamamen değiştirir.

Amerika'lı gringo'lar sadece kendilerini koruyan satın alınmış bir polis, işçilerin canına ot tıkayan berbat çalışma koşulları ve mühendisler tarafından ayarıyla oynanmış bir iklimle yetinemezler. İşçiler genel greve gittiklerinde, orduyla birlik olup çoluk, çocuk, genç yaşlı demeden tam tamına 2 bin 4 yüz 8 kişiyi, toplandıkları meydanda mitralyöz ateşiyle öldürür, ölüleri muz hevengi gibi üstüste doldurdukları 8 vagonlu bir katarla götürüp denize atarlar.

Vagonlardan birinde uyanıp sağ olduğunu anlayınca demir yolunu takiben köye inen ve aslında bir Aureliano olacakken, çocukluğunda ikiz kardeşiyle oyun olsun diye yer değiştirdiğinden, Aureliano kaderini Arcadio ismiyle yaşayan Buendia, varıp da köyüne ulaştığında, hükümet ve muz şirketinin el birliğiyle olayı örtbas ettiğini dehşetle görür.

Herkes ağız birliği etmiş, Moconda'da kimsenin ölmediğini ve muz şirketinin asla var olmadığını söylemektedir. Muz şirketinin iklim mühendisleri ise, tüm bu kıyımın parasını ödeyen Mister Brown'un buyruğuyla, tam 4 yıl 11 ay ve 2 gün sürecek ve ölüme benzer bir unutuluşa yol açacak büyük yağmuru başlatırlar.

***

Marquez karakterleri hep böyledirler işte. başlarına olmayacak iş açar, bir tutkunun peşine gözü kara düşer, bazısı yıllarca bir göz işlikten çıkmamayı, bazıları dünyayı iç gözüyle çözerek körlüğü veya yaşlılığı unutturmayı, bazısı ucuna asıldıkları mutfak örtüleriyle göğe yükselerek gözden kaybolmayı başarırlar.

Hayat kendini tekrarlayan olaylar dizisi gibi akan ve José Arcadio'nun yüzyıl başında çingenelerden aldığı ilham ile icat ettiği manuel hafıza makinesine epey benzeyen bir çemberden ibarettir. Ekseni yıpranana kadar sonsuzluk içinde dönüp durur.

Ölenler öldükleri ve ölümün bitmek bilmeyen pazarlarında iki çift laf edecek birini bulamadıkları için, yaşayanlar çoğunlukla birilerine duydukları ihtiyacı dillendirmeyi gururlarına yediremedikleri için, kesif bir yalnızlık ve özlem duygusu içinde kıvranırlar.

Ve sonunda tabiat, hepsinin eline geçen en değerli hazine olan yaşamı onlardan geri alarak, tarih öncesi bitkilere ve karıncalara yem eder.

***

Bu kitabı, bana ne hissettirdiğini, onunla, onsuz, onu insanlara anlatarak, sevgililerimin tamamına okutarak, okuyanların gözlerinde bulduğum parıltıya veya bezginliğe bağlı olarak aşkımın ömrünü ölçerek geçirdiğim zamanı, kaç kez yazdım bilmiyorum. Ömrüm yettiğince yazarım gibi de geliyor, gocunmuyorum. 1984'ün sonunda olduğu gibi, "kitabını seç ve o ol", deseler, ne olacağımı bilmenin  vakarı bana yetiyor açıkçası.

Marquez, ananemle yaşıt.
İkisini düşünmek de bana farklı yerlerimden sokulan keskin bıçaklar gibi bir suçluluk duygusu veriyor.
Özlemi, çaresizlik anlarının ucunda bile kutsanan yalnızlıkla yıllarca bastırılan ve sonunda giderek ulaşılmaz olan bir aile, yine o yıllarda ele kalem almadan, iki satırın belini bükmeden harcanan zamanlarla tembelliğe kurban edilmiş yazarlık...

Belki yazgım bir çember gibi dönerek kendini tekrarlıyor ve tıpkı Mocondo'yu temellerinden sökerek yokeden kasırga gibi görkemli bir sonu bekliyordur.

Sahi, geride hatırlayacak kimse olmazsa, herhangi bir şeyin görkeminden bahsetmek mümkün olur mu?



Biterken,
kitabı hala okumamış bulunanlar; bana "ne spoiler verdin laan!" demezden önce, bi utanın. öpüyorum. temmuz bitiyor. gene öpüyorum. bitmeye devam ediyor.




Ma cherie günlük, comment ça vas?
Bende durumlar bien, hatta trés bien. Fransızca'nın topyekun götlük üzerine kurulmuş bir dil olması dışında çok büyük bir sıkıntım yok Allah'a şükür.
Normal bir dilde kaç zaman olur? Di'li geçmiş, miş'li geçmiş, gelecek, şimdiki, geniş... Hadi diyelim ki şu an aklıma gelmeyen, kod adı "kaburga dolması" diye bir fiil çekimi olsun. Kaç etti? 6. Peki yevşek Fransızlar'da bunlardan kaç tane var? 17.

Bişey demiyorum ama bence ayıp.

Sana yine epeydir yazmadığımı fark ettiğimde takvimler Temmuz ortasını gösteriyordu. O sıralarda, aralarında Banksy ve Blu gibi adamların da bulunduğunu öğrendiğim, ama şahsen hangisinin kim olduğunu bilmediğim 20 kişilik bir sokak sanatçısı kafile, 10 günlüğüne burada kaldılar. Onlar buradayken binanın Dolapdere yüzü tamamen, Elmadağ tarafı kısmen çeşitli grafiti ve stensıllarla kaplandı. Uzmanlar bu işlerin binanın değerini 2 katına çıkartabileceğini söylüyor. (Şaka la, bunu ben Goa Tamgömer'i rahatlatmak için söyledim geçende. Mantıksız da değil hani.)

Sokak artistleri henüz gidemeden ve henüz bina içinde epey kalabalık bir grup insan, oradan oraya kah sprey boya sıkıp, kah boya kafasıyla sendelerken, cazcı abilerimden yazılı bir mesaj aldım. Aşırı kibarlık nedeniyle benle yazılı iletişime geçen abilerim, müzik festivali düzenlemek istiyorlardı. Hatta festivalin programını oluşturmuş, çeşitli grupları çağırmış, sadece bunun için bizimki gibi bir ülkede pek çok yasal izin alınması gerektiğini çok da takmamışlardı. Ne de olsa İngilizlerdi, havalılardı.

Haliyle avukat Arzu Nihal Hanım'ın peşine düşüldü. Bina bahçesi ve konser salonlarının içki ruhsatı, eğlence yeri ruhsatı, cart ve curt ruhsatı alması gerekti.

O meyanda Arzu Nihal Hanım'ın, "Bana devlet dairesinde -Dolpadere'de kerhane işletiyormuşunuz?- diye sordular" sinir krizleri oldu tabi. Ortak alanda tişört içi donsuz gezen bir kızı kulağından tutup don giymeye götürme gibi atarlanmaları, kendi 18 yaşında oğlunu tüm gün stüdyoda kayıtta görünce kapıma dayanıp "Yavrumu da mahvettin" diye ağlamaları da oldu. Ama günün sonunda hiç bir şey laz kadını kararlığı karşısında duramadı. Festival başladıktan 6 saat kadar sonra, İşgalevi'nde ruhsatıyla bilet kesip, içki satılmaya başlandı.

Festival gruplarının hepsini yazamıycam, zaten ben ne olduğunu anlamadan, kendimi dairemi Tom Yorke ile paylaşırken buldum. Yemin ediyorum. Bi sabah kalktım, akşamdan içmişiz leşo gibi, içim yanıyor. Su içmeye aşağı kata indim, bi de ne göriyim? Tom bayan Pollock'la karşılıklı, verandama kurulmuş, koca bir bardak bitki çayı içiyor. Ben tabi önce tanımadım bunu. Evden kovduğumuz ayriş ressamın akrabası kan davasına geldi sandım, ekmek bıçağı çektim. Gerçi ayriş ressamı vurmuş değiliz ama bi an korktum işte. Neyse...

Tom ise ellerini gövdesine sürterek gerindi, sonra o elleri koltuk altına sıkıştırıp; "Senin beni tanımayacağını söylemişlerdi" güldü yamuk yamuk. Dedim "Madem zengin sanatçısınız, ana grupsunuz, sizi otele alsaydık?" . Meğer abi konsere gelmemişmiş. Bu bizim cazcı amcaların en yaşlısı, erik kurusu gibi zenci davulcu var, adı Trope mi, neydi? Neyse, işte onun kankasıymış.  Burada yapılmış -benim haberim bile olmayan- albüm kayıtlarını dinlemiş. Meğer, müzisyenlerin ayaklana ayaklana aldırdığı o kayıt konsolundan dünyada sadece 5 adet üretilmişmiş. Kayıt kalitesiyle şimdiden Londra'da dilden dile dolaşagelmekteymiş.

- İstanbul'da böyle bir yer olduğunu duyunca kalktım geldim. Veri inspayring..." yaptı bu bana.
- İnspayring tabi yarraam. dedim içimden. dışımdansa; O inspayring ne kadar paraya mal oldu biliyor musun? O konsol gelene kadar künefe yemedim ya la ben! manasına gelen bir takım şeyler söyledim.

Elbette abimizin işgalevinde kaldığını kimselere söylemedik. Evin içinde bile çok görünmeyip paso benim daire ve bahçe alanında takıldı zaten bu. Oradan sabahları kedi gibi çıkıp çıkıp, Kamilgilin abeyin taksisine atlayıp İstanbul'u dolaştı. Bahçede de kendime dışarıdan girilmeyen, -sanatçı free- bi alan yaratmıştım. Ortasına gönlünce yayıldı pezevenk. Cazcı amcalar da rakı balığa geldiler. Gık diyemedim. Balık pişirdim.

Uzun lafın kısası Tom artizi parmak arası terlik, aynı tişört ve kafasına taktığı tuhaf bi şapkayla, dört gün dairemde kaldı. Yedi içti, evi ve İstanbul'u gezdi. Nargile, Türk kahvesi, zeytinyağlı yaprak dolmaya bayıldı. Giderken de "Bütün bunların arkasında senin olduğunu biliyorum. Bence herkese söyle. Sanatçıların burada yaptıkları işlerden de payını al, o konsolu Abbey Road'da bulamaz itler. Bişey lazım olursa da bana alo de, olur mu bebexi?" dedi. Son olarak da "O fransız çocuğa da söyle, önce adam olsun, eli iş tutsun. Sonra niyeti ciddiyse gelsin seni istesin" diye de ekledi.

Ben Tom'un gidişinden sonra, İşgalevi Seferberlik Yasası'nı yürürlüğe koydum. Sayısı 67 olan her daldan sanatçıyı antrevuzda toplayıp, evin kendini döndüremediğini, bu şekilde harcamaya ve bireysel olarak üretmeye devam edersek, kısa süre içinde dağılmamız gerekeceğini anlattım. Bu sebeple, sanatçıların bazı işlerini, yahut bunların tüketilmesinden elde edilecek geliri İşgalevi'ne bağışlamaları gerektiğini söyledim. Pek çok kişi bu çağrımı doğal bulup desteklerken, hiç beklemediğim kişilerden ağır tepkiler de aldım.

Banyolardan baygon şekilde toplamak suretiyle evin baş köşesine yerleştirdiğimiz Şebnem hanım mesela. Herkes kızla olan husumetimin Frederic yüzünden olduğunu sanıyor ama durum vallahi de başka. Şebnem odaya geçtiğinden beri hiç bişey yapmadı. Kürk ve deriyle çalışıcam dedi, metal ve simya ile çalışıcam dedi, plastik ve oyun hamuruyla çalışıcam dedi. Ama sadece dedi görgüsüzün kızı. Gelene hay hay, gidene bay bay yapmak dışında, reel bir işini de göremedik. Ne mutfakta kaşık salladı, ne festivalde eli iş tuttu, ne bahçeye baktı... Varsa yoksa fink kare fink.

Bunun gibi birkaç kişi daha, zinhar işlerini İşgalevi kasasına aktarmaya karşı olduklarını bildirdiler. Hatta geçen zamanda unutulan, "benim sanatçı bile olmadığım halde bik bik" durumum yeniden gündeme geldi. Kendime yaptırdığım daire, yüzme ve fitness için getirttiğim ve aslında herkese ders veren hoca alay konusu edildi. Çok ama çok dertlendim. O zaman daha Frederic ile de halvet olmamıştık. Açtım Tom'a telefon, dedim "Ben ne edem?" Dedi; "Salla gitsin amınakoduğumun beleşçilerini. Sana sanatçı mı yok? Londra'dan Brixtol'den paket paket yollarım ben."

***

Ertesi sabah kalktığımda, kendimi kuş gibi hafiflemiş buldum. Çıktım tartıya, hakikatten de hafiflemişim. Müzisyenlerden kalan yere sıkıştırılan spor salonu, boğulayazdığım yüzme dersleri, o fiyatı kol gibi, dünyada 5 adet konsol yüzünden yenilemeyen künefeler işe yaramış. Ama epey bi yaramış. Hayatımda ilk defa leğen kemiğimi görebildiğimi fark edince yavrum bana bi gaz gelsin!! Çıktım Nadia'nın aylardır başımın etini öğütmek suretiyle öğütlediklerini bir bir uyguladım.

Önce yönetim imzalı, kaşeli falanlı, "Ya paylaş ya terk et" kurallarını sanatçılara tebliğ etmek üzere Kamil'e verdim. Sonra Cihangir'den saç tasarımcısı, Nişantaşı'dan stil danışmanı çağırtıp kendime, meykovır yaptırdım. Saçımda bugidi elimde törpüyle çağırdığım Elif ve Nadia'yı ise, akşama mini bir parti hazırlamaları için görevlendirdim. Hoppadanak o gününün sonunda, saat henüz gece yarısını vurmadan, biriciğim Frederic efendi yalana yalana yamacıma kurulmuştu. Çok yalanmasına da gerek kalmadı hani. Oracıkta hallediverdim işimi.

Aslına bakarsan çok romantik bir geceydi. Ne oldu, nasıl olduysa cazcı amcalarım topluluk önünde çalmayı kabul ettiler. Çatıyı ışıklandırıp, ortasına bunlar için alan kurduk. Biri kuyruklu akustik, diğeri mini elektronik iki piyanomuz varmış meğer, küçüğünü çatıya taşımışlar. Etrafına bolca yastık serilmiş, şaraplar açılmış...

Ben nihayet hazır edilip, hediye paketi misali çatıya çıkarıldığımda, Şebnem Frederiç'in neredeyse apış arasında oturmaktaydı. Lakin oğlan beni görünce acıklı bir bakışla yutkunarak, berikini yavru kedi gibi kucağından attı. Bi süre çatıda kovalamaca oynadık. Bana doğru ne vakit yaklaşsa, bir bahane, yahut bir başka muhabbetle oradan uzaklaştım. Sonra biçareye yeterince gözdağı verdiğimden emin olunca, piyanoya yakın bir mindere uzandım.

Frederic baktı ki olacak gibi değil, amcalara bir şarkı sipariş etti. Adı ipanema'lı kız mıymış, neymiş. Colarado'lu caz şarkıcısı Austin diye bir hanımefendimiz var, şarkıyı söylemedi adeta tereyağı gibi eritti. Biz o esnada dolunayın altında, Frederic'in eli leğen kemiğimi iyice kavramış halde, dans etmekteydik. İki salındık, biraz daha beyaz şarap içtik ve kimseye aldırmadan uzun uzun öpüştük.

O geceden beri, kendisi her sabah yanımda uyanıyor. Akabinde neşeyle kalkıp, aşk sanatını ilk kez bir Fransız'dan öğrenerek ne kadar doğru bir karar aldığımı vurguluyor. Gerçi dediğine göre bu konuda doğuştan sanatçıymışım. Hülasa iltifatın, yatağa gelen kahvaltının, şımartılmanın ardı arkası kesilmiyor.

Ev işlerine gelince, festivalden çok para kazanmadık ama devam konserleri acayip iyi geçti. Sergilerde birkaç parça iş satıldı. Daha da komiği bazı insanlar ön bahçeyi kafe olarak kullanmaya, turistler binayı gezmek için kuyruğa girmeye başladılar. Akmasa da damlıyor özetle. Goa Tamgömer zaten İnna'yla evlenmek için niyette.

Biz de Eylül'de Frederic'le Paris'e gidiyoruz. Oradan kısmetse biraz Avrupa, hatta belli mi olur, belki de Amerika. Elif ve Nadia oy birliği ile geçtiler yönetimin başına.

Denecek başka birşey yok, sana veda ediyorum günlük. "Bu defterde hep sana ettiğim fenalıklar yazıyor, ona devam etme yavrum" diyerek, çok şirin bir başka defter satın almış sevdiceğim. Bu hususta haliyle bir Türk kızı olarak, beyimi dinleyeceğim.

Şaka la şaka, şimdi yurt dışında öteki defter daha pratik, ufak felan. Dönünce gene sana yazarım söz. Fransız usulü öpüyorum.

İşgalevi - Ağustos 2013

n.


Kardeş sana şu kadarını söyliim; İstanbul İstanbul olalı, böylesi bir parasıyla rezil olma görmedi.

Çok özet geçiyorum, her şey Frederic'in donla kapıma dayandığı sabah başladı. Kapıyı kapatıp günlüğü yazdıktan beş saniye sonra, kapım tekrar çalındı ve ben Frederic sanarak bir hışım, "Bi git la!" diye bağırdım. (Böyle basit Türçe hitapları gelenlere öğretiyorum. Maksat kültürümüze yakınlıkları artsın.) Lakin kapıyı tıklatan bu kez Nadia imiş.

Ve durumlar, tatsızmış.

Sergi odaları aslında ressamların hem atolyeleri, hem de yatak odaları. Işık dediler, alan dediler, kendilerine üç ayrı salon tathsis ettik. Fakat çeşitli tesisat sorunları nedeniyle, dairelerine tuvalet koyamadık. Onun yerine, ortak kullanımda en fazla 4 kişiye bir adet ful aksesuarlı banyo yapmaya karar verdik. Fakat mermeri gelmedi, kurnası dolmadı derken, bu alan açılışa yetişmediydi.

Allahım, bu manasız detayı niye anlattıysam... Velhasıl, o inşaa halinde banyoda, açılışın ertesi sabahı, baygın bir kız bulunmuş. Nadia'nın kapıya dayanma sebebi bu imiş. Ben ikinci kata varan o merdivenleri nasıl çıktım bilmiyorum. Bir yandan da kendime içerliyordum; her hafta salı -  perşembe düzenli ambulans seferleri düzenlenen bir çevrede, evham ve ilgi arzusunun zirvede yaşandığı bir evde büyüdüm ben.

Fakat işgal evine ilaç dolabı bile koymak, yeminle aklımın ucundan geçmedi.

Ne biliyim, ayılıp bayılanlar, şekeri çıkıp, tansiyonu inenler, sağ yanı tutmaz olanlar hep yaşlılardı sanki. Bu kadar gencin, bu kadar hayatla iç içe yaşadığı bir evde, hadise çıkmaz mı sandım, ne düşündüm? Neyse, ucuz atlattık. Kızı Alman Hastanesi'ne yetiştirirken, evde kendisni tanıyan kimseyi bulamadık. İrina kamera kayıtlarından kızın izini sürerken, ben, Elif, Nadia ve Goa Tamgömer, hastanede bekledik. Neticede kızın sağlıksız beslenme, yanlış arkadaşlıklar ve nerede duracağını bilememe gibi rahatsızlıkları olduğu ortaya çıktı. 4 saat sonra aldık eve getirdik.

İşin daha beter kısmı, aslında eve gelince ortaya çıktı. Kız ayılıp ayriş ressam Christopher beyi tanıdı. Adamın kızı önce bayıltıp, sonra taciz edip, en nihayetinde kalabalıktan tırsıp banyoya sakladığı ortaya çıktı. Oybirliği ile bu kansız turuncu kafa evden atılıp, yerine yine bir ressam olduğu anlaşılan kızımız baygın Şebnem yerleşti. Şebnem ayrışten miras yüksek tavanlı, bol ışıklı, avlu manzaralı dairesinde edebiyle oturup sanatını yapsa iyiydi.

***

Şebnem meselesi ve o hafta eve girip çıkanın haddi hesabını aşması, açılış gecesi artçı şoklarının bitmek bilememesi üzerine, duruma el koymak gerekti. 1'i değişmiş 42,5 kişilik ekibi antrevu'da toplayıp evde geçerli olması gereken temel kuralları konuştuk. Temizlikten tutun da, eve giren çıkan, gece kalan, sadece yemeğe gelen, salonun ortasına sıçana kadar, epey derdimiz vardı, haliyle her kafadan ayrı ses çıktı.

Yönetim olarak genel alanların temizlenmesi işini, Kamilgil'in anası tarasından yönetilen bir grup mahalleli kadına yapıtırıyorum zaten. Üstelik kimsenin bir dediğini iki etmiş değilim. Terasın neredeyse 3'te 2'sine yerleşmiş bulunan ve cazcı amcaların yönetimindeki müzisyenler stüdyo dediler, kurduk. Alet dediler aldık. Berikiler boya dediler yığdık, tiner dediler koklattık. Biz derken ben, siz derken onlar.

Fakat sanaçı dediğin sanırım, donunu yıkamaktan da aciz bir insan türü. açıkçası bu kadar varlık içinde odalarını temizlemeyi, eve her allahın günü uyuşturucu sokmamayı ve 7/24 parti yapmamayı akıl etmeleri gerekirdi diye düşünüyorum. Ama kime düşünüyorum?

Baktım ki olmayacak, evin genel kurallarını oluşturmak üzere Goa Tamgömer, (adamcağızın adı bu kaldı lakin bana mı öyle gelyor tam emin değilim, yavaş yavaş tipi değişiyor sanki. geçen pazar eve gelirken, tek çizgi ütülü kot giymişti. Bu Tamgömer beyi ilk kez takım dışında bir kıyafetle görüşümüzdü, dans videosu çekerek kutladık) Arzu Nihal ve Nadia ile bir gizli oturum yaptık.

İşte bu gizli oturumda belirlenen kararlar ve tam da o meyanda, dairemi büyütmek için yaptığım harcamalar, ekipten bazılarının gözüne batmış. İçlerinde beni "görevimi kötüye kullanmak"la, "işgalevi yatırımcısının parasını gaspetmekle" ve "sanatçı bile olmama rağmen, herşeye karışmakla" suçlayanlar olmuş. Şimdi tek tek isim vermek istemiyorum ama benim arkamdan konuşanlardan biri de Frederic imiş.

Seni .mın evladı Frederic.
Sanatçı bile değilmişim...
Kroyum ama para bende Frederic. Hayır, senin yazarlığından ne fayda görmüş ki dünya? Gerçi ben bunun yazma bildiğinden şüpheliyim; yeminle bak. Neredeyse 2 aydır burada, okuduğuna bile şahit olmadım. Varsa yoksa böyle bir oyunlar, bir şaklabanlıklar, tiyatro kurucam, kast seçiyorum diye eve karı kız atmayı meşrulaştırma çalışmaları...


***

Ben millete laf anlatıcam diye İngilizcemi geliştiremekle meşgulken, cazcı amcalar yönetimindeki müzisyenler, kendilerine akratılan kaynağın arttırılması için ayaklandılar. Öte yanda ressam Şebnem, ekipten bir grup ve misafir kadrosundan bir grup daha adamı şiltesinden geçirerek, ana kraliçeye oynadı. Sıradan geçirdiklerinden biri ardımdan konuşan Frederic'den başkası değildi tabi. Ya ne olacağdı?

Ben de boş durmuş değilim elbet, iki hafta önceki sinema tarihi gecesinin sonunda, Yeşil Vadi İsyanda grubunun vokalisti ile yakınlaştık biraz. Sonra ben çocuğu durdurdum. Ama ayıp olur diye "bakireyim" de diyemedim. Neticede "tam o noktada" topuklayan ve açıklamaya yapmayan, bununla da yetinemeyip, çocukla karşılaşmamak için odadan çıkmayan kıza dönüştüm.

Ayrıca bok yesinler, kendime üst katta yatak odası ve banyo yaptırıp, daireyi içten birleştirdim. Ben her an kendinden ve fikirlerinden ve yaptıklarından ve başarılarından ve sanattan ve hislerden bahseden bir grup manyakla karşılaşmak zorunda mıyım? Tamam bazıları çok tatlı insanlar. Ama yalnızlık diye de birşey olmalı.
O adayı alıcaktım lan ben. Pasifikte, 1,2 milyon yuroya, adanın tillahını alırdım.


***


Akşam saat dokuza geliyor. Birkaç gündür yemek saatlerinde mutfuck'a inmedim. "Yatırımcının parasını künefeye yatırıyor" demesinler diye, odama yiyecek de söylemedim. Zaten yiyesim yok...
Az önce Kamil, mutfucktan bişeyler taşıdı bana. Sonra yüzüme anlamlı anlamlı, hatta kırgınca bakıp "Fredik abey havuz başında kızlarla laflıyo. Tekilla mı ne içiyolar bi de." bilgilendirdi. Benden cevap alamayınca, tepsiyi tezgaha vurup: "Sen de ona kendini beyendircen diye zayıfla daha!" haykırarak dramatik bi edayla kaçıp gitti.

Evet, Frederic'e aşık olduğumu ben de farkındayım. Ama bunun için hayatımda ilk defa mayo giyip, yüzme bilmediğim halde havuz başına inecek değilim.
Odamda oturup, tüm paramı bitirmesi için, kendini Shpilberg sanan o çocuğu bekliycem. 
Gelsin ve bitsin bu kopuş. 
Bahçeyi de sete çeviricem, yığıcam çimene dinazoru, Yahudiyi, havuza köpekbalığını, uzaylıyı... 
Artık ne halleri varsa görsünler.


Kafamda teyzeler Aydın havası oynuyo annem, sorma ne hallerdeyim.

İşgalevi, benden beter...
Az önce binanın girişindeki avludan, yahut Fransız yazar pici Frederick'in taktığı adıyla, "antrevu"dan geldim. Ortalık can pazarıydı. Üstelik bugün günlerden pazar. Haziran'ın 15'i.

Hala sarhoş olmam bir yana, sevgili muhasebecim Hulusi Sami Tamgömer'i bahçede Goa transla patlar halde görmenin etkisini atlatmam, epey zaman alacak. Bu arada bahçeye bakıyorum da, açılışta paravanları kaldırmadığımız iyi olmuş. Dün gece burada Serdar Ortaç, Snoop Doggy ve Jan Micheal Jarre aynı anda klip çekmişler ve oynayan herkesi ardlarında bırakmışlar gibi bir hava var.

Ay dur başından şeyediyim.

Dün gece İşgalevi'in açılışını yaptık. Korkarım şu an İstanbul'da, buradan bahsetmeyen tek bir gece kuşu, tek bir bohem, tek bir sanatçı, hippi, yupi, punk, partici ve zombi bulamayız. Açılışa gelmeyenler çoktan gelenlerin yakasına yapışmış, "Beni o ütopyaya götürün!" diye ağlıyorlardır.

Ahahayt! Yanlarım ağrıyor.


Açılış antrevuz'da, Nadia, İrina ve İnna'nın gövde gösterisi başladı. Güvenlik işini KGB ajanı olduklarından şüphelendirecek ciddiyet ve başarıyla çözdükleri yetmezmiş gibi, kızların benden ilk istekleri, bir dans atölyesi oldu. Az daha sevinçten çıldırıyordum.

Tüm hastaneyi gezip en nihayetinde bir ameliyathanede karar kıldık. Bu yüzden gösterinin teması, ölümle yaşamın mücadelesiydi. Ya da ben öyle sandım. Her halukarda üzerine iskelet boyanmış o zenci dansçının - San Fransisco'lu ve gey dabii ama karın kaslarında peynir rendele, öyle bir insansı- evet o zenci arkadaşın, ölümü temsil ettiğine eminim.

İkinci gösterimiz Mutfucktaydı; mekanın adını almasına sebep Yeni Zellandalı poici kızla, Çek sokak sanatçısı oğlan, (adlarını yeminle bilmiyorum) mekana adını veren yakınlaşmayı temsilen, minik bir parodi sergilediler. Özellikle sıçan ailesinin cima gürültüsünden rahatsız olup, mutfağı terk edişleri ve tüm ailenin sadece edep yerleri tüyle örtülü bir grup insan tarafından canlandırılması, büyük alkış aldı. Performansın şokunu atlatamayan izleyicilere ise, kanfırtfuud adı altında mercimek köftesi ve kısır dağıtıldı.

Bütün bunlar olurken çatı ve bahçede, Asal7 adlı Kasımpaşalı bir rap gengi, İspanyol reggeaciler, Yeşil Vadi İsyanda diye bi alternatif rock grubu, iki elektronik samplecı, kırbaç gibi kız ve birkaç da dj müzik yaptılar. Caz quartetindeki amcalar ise beni özel olarak protesto ettiklerini açıkladıktan sonra çalmayıp, sadece yemek içmekle yetindiler. Sebepleri mantıklı olduğu için sesimi çıkartmadım.
Cahilmişim.
Yani.

***

Tesisat ve tamiratla kabası alındıktan sonra işgalevindeki her bir alan, orayı talep edenlerce tasarlandı diyebilirim. Hala da epey boş yerimiz var. Tuhaftır, insanlar durmaksızın inşaa edilen bir bina içinde sanat yapmaktan o kadar da rahatsız değiller. Sadece müzisyenlerimiz günün belli saatlerinde durmak bilmeyen matkap seslerine inat, çatıya çıkıp "Seni yenicem inşaat!" diye bağırıyorlar. Yapmıyorlarsa ayıp, ben bile bir noktada bir avuç sessizlik için Kasımpaşa sahiline yürür oldum.

Bir perşembe sabahı, bahçeye bakan camın önünde çiçek dikmekle meşkulken ben, tepemde üç gölge belirdi. Kafamı kaldırdığımda etraflarından gökkuşalı hareler parlayan, üç köy hippisi arkadaş gördüm. İşin tuhafı arkadaş olacağımızı daha o an anladığımdan, bahçe eldivenleriyle gelişlerine alkış tuttum. Berikiler sevinip, ebleh gibi bana eşlik ettiler.

Hülasa, bu kısa kutlama sonrası tanıştık. Meğer siteyi bitirmeyen nördlerin arkadaşlarıymış, Bodrum'daki bir permakültür köyünden şehre yeni inmişler. Evi duyunca da "bir bakalım" demişler.
 İyi ki de demişler. O söz ağızdan çıkmasaydı,  ben büyük ihtimalle bugün açılışı yapmak şöyle dursun, hala ustabaşı ve nörd kovalıyor olurdum.

Orçun ile Arda, daha geldikleri sabah öğlene kavuşmadan, ustaları hizaya çekmiş, Elif ise çoğunluk Bambi, lahmacun ya da kebaptan oluşan diyetime, -ki yanlarında her daim diyet kola tükettiğim için buna diyet demekte hiç sakınca görmüyorum- sik sik etmeye başlamıştı. İşgalevi projesininin detaylarını öğrenir öğrenmez ise, eve kimlerin yerleşeceğinden tutun da, işgalevinin sanal ortam varoluşuna dair pek çok konuda, siksiklerinin ardı arkası kesilmedi.

Açıkçası ben bildiğim kadarıyla, hiç zayıf bir kız olmadım. Ama şu ara ve şu para, beni kapılardan geçemeyecek kadar bozdu. Zenginlikten anladığım yiyebileceğim kadar künefe çünkü. (Ve diyet kola) Sanal dünya varoluşu'na gelecek olursak, öyle bişeyi daha önce duyduğumu bile sanmıyorum. Ama Elif'e bunu çok çaktırmadım . Sadece, "Herkesi getir!" dedim. "Dünyanın tüm sefil sanatçılarını, masamda görmek istiyorum."

Beriki cevaben omuz silkti; - Mutfak masasında mı? Hani öyle bişey yok da...

***

Açılışa dönersek, bu çok mühim gece için işgalevinin tamamı, interkatif ve kreatif bir deneyim olarak tasarlandı. Binanın her yerinde eş zamanlı başlatılan kaostan hemen önce, henüz gün eski İstanbul yarımadasının gerisinde denizle kavuşurken, bahçedeki asırlık manolya altına toplanıp dua ettik. Saydım; tam olarak 42,5 kişiydik. (Kamil'i buçuktan saydım ve bunu ona da bildirdim. Cevaben kaval kemiğime tekme atıp, sonra özür diledi. Ergenliği mi başlıyo nedir? )

Çatıda ve bahçede akustik konserler, kağıttan dilek feneri atölyesi, biraz plaj kumu ve ateş vardı. Oda sergilerinde, yedi ressam, dört fotoğrafçı, bir grup güncel sanaçtı, bir heykeltraş ve bir de bedenini sanat olarak kullanan sanırım eski porno üstadı yaşlı bayan, işlerini sergilediler. Biri mutfuck'ta, diğeri antrevuz'da iki tiyatromsu gösteri oldu.  Video, masaj, çığlık, düşün konsept odalarını hiç açmıyorum. Nadia herşeyin güvenlik kameralarında kayıtlı olduğunu söylüyor.
İyi etmiyor.

Dün gece burada kayıt altına alınmayası pek çok şey olduğuna eminim. Maalesef ve neyse ki, ben çoğunu görmedim.

Parti kızışır ve ben ikinci votka elma suyumu diklerken, yanıma Kanadalı bir tip yaklaştı. Gerçi tipin Kanadalı olduğunu uzun süre inkar edip, kendisiyle Türkçe anlaşmaya çalıştım. Zira adam gayet de Fikirtepe delikanlısı gibi davranıyordu. Meğer asitliymiş. Tutturdu "Seni Allah'la tanıştırcam" diye. Nereden bulduysa bir de takke ile tespih bulmuş. Sıkı bir pazarlık neticesinde çeyrek kağıtta anlaştık. Kağıdı ağzıyla kırtıp yarısını bardağıma tükürdü. Geri kalanını kendi yalanıp besmele çeke çeke uzaklaştı.

Çok gürültü olur diye bahçeye hiç hoperlör koyamadıydık. Fakat artık havuz inşaatı, yeni dikilmeye başlanmış bitkileri ve halıfleks tarzı çimenleriyle, oldukça çekici bir bahçemiz olmuş ki, parti kısa sürede ana dans pisti atrevuz'dan, bahçeye de taştı. Ama ne taşmak... Az önce bi travesi önce camıma işeyip, sonra da öpücük kondurdu. Üstelik içeride beni gördüğünden şüpheliyim.

Bense aceleyle bi sigara yaktım, of çok iyi geldi. 

Bu çılgın açılıştan bizim kadar keyif almayanlar da vardı tabi. Daha hazırlık aşamalarında ayılıp bayılan avukatım Arzu Nihal hanım, gece 11'den itibaren on dakikada bir; "Orayı polis basacak", gece birden itibarense "Ordu üzerinize operasyon düzenleyecek" demek için aradı. Hah. İşte buna gülüyorum. Benim KGB ajanı, üstelik balerin bir güvenlik ekibim var. Tarlabaşı polis karakolu içeri girmek isteyen kalabalığı kontrol etmek için adeta seferber oldu.

Şaka bir yana belediye ve güvenlik güçlerine ne kadar para yedirdik sormak bile istemiyorum. Goa'nın muhasebecisi Tamgömer bey az sonra ağlayarak arayıp söyler nasılsa. Benim harcadığım para bir insana bu kadar batsın... İnanılır gibi değil.

***

Özetle ben çeyrek asitli voktamın üzerinde üç-dört tane daha içki içmiş olabilirim. Belli bir noktadan sonrasını gif gibi, sinemagraf gibi hatırlıyorum. Hazır giften bahsetmişken, bahçedeki projeksiyon gösterilerimiz mahalleliden büyük ilgi topladı. Bunun üzerine projesiyoncu çocuk, aslen dj'miş, gece başında kült filmlerden elleriyle yaptığı sinemagraf arşivi sunarken, gece sonunda 90lardan Türkçe klip oynatmaya başladı.

O sıralarda ben, yarattığım düşün ya da kabusun içinde, boğazıma dek geleceğe batmış, renklerin tadını alabildiğim, yahut sesleri koklayabildiğim bir takım yerlerden geçiyordum. Ya da ben sabittim de oralar hep benden geçtiler, emin değilim.

Bir noktada kendimi, kedimiz bayan Pollock'la verendaya oturmuş, evreni okşarken buldum. Evren bir kedinin gıdısındaydı. Ben onu okşadıkça parmaklarımın ucunda, ısrarcı bir biçimde torladı.

Şimdi, akşamdan kalanlara baktığımda, havadar bir doğumhanenin işlevini gerçekleştirirken kan revan içinde kalışını andıran, asil, harkulade ve üstelik korkunç bişeyler görüyorum. Burada benimle yaşamaya gelen herkesin adeta hastasıyım. Yahut ezelden beri hastaydım da onları bana gönderilen, kutu kutu, rengarenç ilaçlar biliyorum.

***

Tam olumlu düşünceler içinde kayboluyordum ki, Frederic donla kapımı tıklattı. Dün akşamki bayan misafiri henüz gidememiş. Hatta gitmemekle yetinmeyip çocuktan bir de sigara istemiş. O neyin sigarasıysa artık... "Bu saatte ayakta kim olur?" diye düşününce bizim donlunun aklına da ben gelmişim.
Aman ne hoş.
Misafiri de görsen hele, pejmude kürdan. Üstelik de cüce. Fotoğrafçımıymış, neymiş.

İngilizcesi berbat olduğundan beyefendi bir saat kapı aralığında donla laf anlattı. Gören de başka bir taleple geldi sanacak. Ne istediyse verdim, kapıyı suratına çarptım. Sonra açıp, "pardon kurander" diyip gene çarptım. Fransızca'dan Türkçe'ye yerleşen sözcükleri konuştuyduk geçen, o gerizekalı anladı.

Bense bi bok anlamadım.

Hayır negzel keyfim yerindeydi. Sana bir, sigarana iki Frederic...




Neredeyse bir ay önce, paralarını peşin verdiğim Cihangir nördleri, kendilerine teslim edilen tasarımları uygulamayı bitirememişler. Daha web sitesi yayına girecek de, ben işgalevine oradan insan toplıycam da, ohoo. Bir de Allahım nasıl ukalıklar, ne havalar böyle... "Sen anlamazsın, sen çok konuşma, paranın asıl sahibi gelsin" halleri...

Şeytan diyo, çağır Hulusi Sami Tamgömer Bey'i, al eline 3-4 balya para, kemik gözlüklerine gözlüklerine, ha babam vur!

Hulusi Sami Tamgömer... Şişli'de yürürken, tabelada ismini gördüğüm anda vuruldum. "Benim serbest muhasebecim, benim en özel ve en parasal sırlarımı paylaştığım insan, bu olmalı!" dedim. Adam gerçekten bir muhasebeciden bekleneni vermek için doğmuş. Hani sokakta arkasından "Hey muhasebeci!" diye bağırsan, bağırırsın. O da dönüp bakar; "Bana mı dediniz?" sorar. Öyle güzel bir insan.

Maalesef Tamgömer Bey'in güzelliği, beni deli sanmasına engel değil. Binayla ve paramla ne yapmayı planladığımı öğrenince, paramın Kuzey buz denizi gibi eriyişini gözünde canlandırıp önce bir yalandı. Sonra hemen hesap makinesini çıkartıp üç beş dakika tuşlara bastı. (Bu süre bana gereksizce uzun göründü) Hesabı bitirince yüzüme neşeyle bakıp açıkladı:

- Euummm, ortalama iki yıl, dokuz ay içinde, bana ihtiyacınız kalmayacak. Gidişat onu gösteriyor küçük hanım.
- Şimdi tabi Tamgömer beyciğim, dediğiniz doğrudur. Lakin size tüm hikayemi anlattım. 25 yıllık hayatımın 23 senesini bakkala bile para uzatmadan geçirdiğimi, evlatlığı olduğum büyükhanımın beni ölene dek evden salmadığını, 22 yaşına kadar televizyon ve büyükhanımın ölenbayan ahbapları dışında pek bişey görmediğimi, biliyorsunuz. Diyeceğim şu ki Tamgömer beyciğim, o paranın bitmemesini sağlamak sizin göreviniz. Altına mı yatırırsınız, faize mi yedirirsiniz, orasını ben bilemem.
- Nasıl ki tıp ilimi mukadderat karşısında bir noktadan sonra kifayetsizse, iktisat da aynı şekilde, akmayan suyu...
- Allah aşkına susunuz!

Aramızda neden böyle bir konuşma geçti bilmiyorum. Onunla beraberken Çamlıca tepesine tırmanmak, koşmak koşmak istiyorum! Muhasebecim bende muhasebesi olmayan duygular uyandırıyor.

Şaka bir yana, Tamgömer bey ile istişaremiz hakikatten yarım kaldı. Zira o esnada bahçeye mini bir kepçe dalmış, aletini kafasına göre sağa sola sallıyordu. Kendisi, bahçe duvarını onarmak yerine, eski parmaklığı geceleri hurdacıya okutan ustanın bir uzantısıydı sanırım. Kamil'le beraber koştuk, mani olduk. Beriki bahçede istediği yeri kepçeleyemediğine çok bozuldu. Gitti depoların olduğu kanattaki molozun tamamını, binanın 150 yıllık kapı girişine yığdı. Yetinemedi asırlık manolyanın 2 dalını kırdı. En sonunda aleti kilitleyip gitti, 4 gündür ortalıkta görünmüyor.

Kendisi tam bir çözümsüzlükler insanı.

Çözümsüzlük deyince, avukatım Arzu Nihal Hanım'dan bahsetmesem olmaz.
İkramiye bana çıktığında, daha parayı almaya gitmeden, bir avukat aramaya başladım. İstedim ki, şöyle aklı başında, temiz yüzlü, akça pakça bir kız olsun. Kurnaz olmasın, laz olsun. Laz kadını iyidir, bir tanesini dost diye edinsen, sittin sene sırtın yere gelmez. Lakin ne ettiysem, ahbaplar vasıtasıyla bulduğum bu avukat hanfendiye kendimi sevdiremedim.

Bu binayı, dünyanın dört bir yanından parasız sanatçılar için bir dev bir stüdyo ve yatakhaneye çevireceğimi duyduğunda, kafasını yana ve hafifçe geriye yatırarak bi gülümsedi. O günden beri sağ olsun, beni müptezel ve gerizekalı bulduğunu saklamaya lüzum görmüyor.

Velhasıl Kamil hariç klanımda beni adam yerine koyan yok. Onu da bir saat önce sigara için yolladıydım, gitmiş evde uyumuş. Abisi geldi, Tufan, elinde bi siyah torba dolusu bira, nemlenip yumuşamış çerez, biraz da kubarlı dolma. Yüzüne bel bel baktım oğlanın, meğerse oturup beraber içelim istiyormuş. Bir yandan da yaralı yerlerinin kanlı sargıları görünüyor ve sanırım bunun kendisine karşı konulmaz bir seksapel verdiğine inanıyordu.

(Tufan benden bir yaş küçük. Geçen hafta işgal evi güvenlik birimi olarak işe başladıktan 2 saat sonra, kaşla göz arasında ve binanın kapısının önünde, kendini bir Kasımpaşa taraftarına bıçaklatmayı başardı. Avukat Arzu Nihal'in karakola bir teşrifi vardı, yeminle adamı ben bıçaklamışım gibi utandım. Düşün Kasımpaşalı ne hale geldi.)

Ne diyordum? Hah, sargı bezi seksapeline güvenen Tufan'ın bu atağını kibarca geri çevirmek için, konuyu ne kadar şişko ve tipsiz olduğuma kadar getirdim. Heyhat! Tufan, "kadında ve yemekte et" felsefesinin ateşli bir savuncusu çıktı. Neticede çocuğun elinden poşetleri alıp, yerine 100 lira sıkıştırırken, götümün ne kadar attığını fark etmesin diye dualar okuyordum.

Bereket, bina ilk haline göre epey güvenli; ilk katın tüm kapı ve pencereleri takıldı, bahçenin etrafında ise yüksekçene paravanlar var. Ortamı komple geçen hafta bir kez ilaçlattım. Bu sanırım mutfak-kafeterya alanını halen elinde tutan iribaş sıçan ailesini oldukça sinirlendirdi. Her sabah odamın kapısına, ailecek üretebilecekleri tüm sidik ve boku bırakarak intikam alıyorlar. Bir de Bayan Pollock, yani şu çok kırçıllı kız kedi, kendilerine yiyecekten ziyade aile büyüğü muamelesi çekmese, daha iyi olacak.

***

Anlatmadığım ne kaldı? Uuu ilk misafirlerim yarın taşınıyorlar. Onları da anlatıp, bu geceki yazınımı sonlandırıyorum madem.

Geçen akşam, Friends'in 3. sezonundan 20. kez izlediğim birkaç bölümle baş başaydım yine. Yine "Lan ne yalnızlık çekildi laan!" dedim kendime. Sonra iç sesim mantığa büründü: ama tatlım, sen de hiç dışarı çıkmıyorsun. Şu güzel Mayıs gecesinde, evde DVD izliyosun. Halbuki İstiklal'e çıksan, şöyle mekanları bi dolaşsan, belki yoldan sokak müzisyenleri ya da jonglörler bulur, onları işgal evine davet edersin.

İç sesimin fikrini sevdim, 2 kotumdan birini kıçıma geçirip, hastanenin arka bahçesinden Talimhane'ye açılan bana özel kapıdan süzüldüm. 15 metre yürümüştüm ki, bunları gördüm. Sokak lambasının turuncu ışığı altında, yolunu yitirmiş bir grup zürafa gibi dikeliyorlardı. Yüzlerinden belirgin bir çaresizlik okunuyor değildi. Ama sadece yüzlerini görmek, kalacak yerleri olmadığını almaya da yetiyordu. Lakin işte insanları yolda durdurup, "Evsiz misiniz? Benim tam size göre bir yerim var." denilmiyor - muş.

Dişi zürefa üçlüsünü başımla selamlayıp geçtim. Biri ardımdan Rus aksanlı Türkçesiyle seslendi. Bağlarbaşı'nda bir adres sordular; Bağlarbaşı neresi lan? "Bu saatte ne bağı, ne başı bacım?"la başlayıp, "Memleket nere? Neden buradasınız?"a yumuşakça akan bir muhabbet açtım ayak üstü. Eski balerin, yeni fahişelermiş. Tüm çocukluk ve gençlikleri boyunca günde 10 saat dans çalışıp, ülkelerinde yiyecek bulamayınca, İstanbul'a, kelli felli adamların altına yatmaya gelmişler. Gerçi konuyu tam olarak bu şekilde izah etmediler.
Belirtmek lazım mı bilemedim bir de, gerçekten manasızca güzeller.

Benimkinin hemen bitişiğinde, odaları hazırlanıyor. Yarın Beyoğlu'nun gelmiş geçmiş en zarif güvenlik ekibi, burada, işgal evinde, göreve başlıyor.
İnna, İrina ve Nadia...

Bunları bıçaklıycak Kasımpaşalı'nın, aklına sıçarım doğrusu.



Şu an olup biten her şeyi uzun zaman önce, hayır yahu çok da uzun değil, bir sene önce felan, ayrıntılı bir biçimde ve günler boyunca, hayal etmiştim. Şu ayaklarımın altına serili Fransız tarzı fayansı, bilgisayarımın üzerinde durduğu doğal tahta masayı, benim içine iki bavul eşyamla hop diye yerleştiğim bu oda hariç, neredeyse tamamı harabe olan binayı, binamı...

Çok tuhaf, insan tam olarak hayal ettiğine ulaşabileceğini, hatta ne yalan söyliyeyim ulaştığını, kolay kolay kabullenemiyor. İşin kötüsü hayalini yaşarken, "Ne skimsonik bişey hayal etmişim lan ben!" noktasına gelmek de olası. Karşımdaki sürgülü camın gerisinde, 150 senelik bir hastane bahçesi uzanıyor. Hortlağı, vebayı ve pireyi geçtim, bulunduğum yer evsiz, keş, hırsız, uğursuz ve cümlesi için alenen bir G noktası.

Camın kurşun geçirmez olduğunu bildiğim halde, odada ışığı yakmaya korktum, perdeleri kapadım ve bu satırları sana bambu çarşaflarım arasından yazıyorum. Odamdaki her şey, çok yeni, çok yabancı. Zaten öyle aşırı da bir eşya almadım, henüz binanın 50 metrekaresini kullanıyorum sadece. Kaç metrekare dedilerdi burası için? Teras dahil 2500? Yoksa bahçe dahil, teras hariç miydi? Bahçeden tarihi eser çıkarsa benim olacak mı acaba? Neticede tüm toprak benim. Talimhane'den, Cumhuriyet Caddesi'ne... Neredeyse...

İlk katı ve bahçe çitini yaptırana kadar bu odaya girip çıkmanın güvenli bir yolunu bulmalıyım. Binanın geri kalanında henüz elektrik yok. Fakat su tesisatı, nasılsa, İstanbul'daki pek çok yeni binadan iyiymiş, öyle dediler. İşin acayibi, deprem için de aynısını dediler. Bu 150 yıllık taş ve moloz yığını, bu dışı boz, için harabe bina, birkaç tadilatla, yenilerden sağlam olurmuş.

Yazık, bu raporu veren lakin binayı yıktırıp yerine yılışık bir rezidans dikeceğimden emin memur, binanın kurtulacağını duyunca nasıl da sevindi. Çürüsün, yansın, kendi kendine yok olsun diye bekliyorlardı, kısmet değilmiş. Daha doğrusu bana kısmetmiş. Gerçi 1,7 milyon Euroya ada bile alabilirdim. Gerçi param var, gene alırım.
Ahahaha.
Bunu düşünce keyfim yerine geldi. Odada muzdan başka yiyecek bir şey bulunmadığını ve sabaha kadar, buraya hapis kaldığımı az daha unutuyordum.

***

2,5 saat sonra...

Az daha unuttuğum bir şey daha var, o da sevgili biricik Kamil. Kamil 13 yaşında, boyu, 1,20, kafası kapkara. Kendisi benim ilk yaverim, yahut asistanım. "Asistan"ı kızlar olurlarmış, bu sebepten Kamil beyler, yaver olmayı daha uygun gördüler. Anne ve büyük ağabeyinden özel izinle kendisini aylık 100 liraya işe aldım. Ayrıca hususi cep telefonu da var. 20 liralık konuşmasını hemen bitirmiş, Bambi dürümlerimi teslim ederken bu durumu bildirdi. Bir yirmilik daha verdim, hastane bahçesi harabeleri üzerinden keklik gibi sekerek, gözden kayboldu.

Mahalleliye kendimi binanın asıl sahibi değil, sahibin asistanı olarak tanıttım tabii ki. Hayır sahibi varlıklı birinin çalışanıyım, mülkü korumak ve yaptırmak için burada bulunuyorum. Niye erkek olmadığımı tam olarak anlamıyorlar. "Torpilliyim" dersem yerler mi, emin olamadım. Lakin yavaş yavaş mahalleliye istihdam sağlamalı ve onlarla kaynaşmalıyım. Halk evi tadı yaşamam şart. Halkın da gözünü seveyim; dürüm torbasının dibine, gazete kağıdına sarılı bi sömek koymuş Kamil kardeşim. Bir de çarşafını düşüneymiş, iyiymiş.

Saat sabahın 5 buçuğunu geçti...
Kamil'i iki kez daha çağırdım, sonunda anası çocukla mesaj yolladı. "Çok sevdiysen sende kalsın, sen bak" diye. Kamilcik de ciddiye mi almış nedir, yüzünde inadına sevimli olmaya yemin vermiş bir bakış, böyle bir sokulgan haller... "Hiç sırnaşma, ben daha kendime bakamıyorum, bak sen olmasan bu delikte acımdan ölecektim" diye dramatik pozlar kesim. Beriki muz istedi. 3 muz yedi, benim izlediğim filme baktı, bakarken de Autobahn koltukta uyuyakaldı. Hastane bahçesini sektiği çamurlu çakma Nike ayakkabıları, jelatinini daha bugün açtığım koltuğa sürünüyor.

Gerçi kafası, ayağı, pek fark etceğini zannetmiyorum. Şu çocuğa da bişeyler alalım yarın. Asistanımı giydirmek için asistana ihtiyacım var.
Aman ne hoş!

Oda duman altı oldu diye camı açtım. Gerçekten, o sürgülü dev camı açtım ve günün mavi ışığında tüm sefilliği ve vaatleriyle hanidiyse 30 metre boyunca uzanan çöplüğe baktım. Ben bakarken dünyalar çirkini bir kız, miyavlayarak koştu geldi. Koşarak gelmiş olmasının ödülü olarak dürümlerden ve ayranlardan kalanları yedi, içti. En kırçıllı, siyah üzerine turuncu, Pollock tablosu gibi kediler vardır ya hani, anneleri bile bakmaz bunlara, işte kendisi o şekil. Çıktı, Kamil'in kafasına yerleşti, anında uyumaya başladı.

Konsept gereği, sesimi çıkartamadım.

Yarın yapılacak o kadar çok işim var ki, şu an ayakta kalmaya çalışmam tam bir aymazlık.
Yarın dediğim zaten bugün.
Bugün, işgal evinin ilk günü.





"Kıyamet bu patinin altında!"

 İnsan cinsiyle geçirdiğim 33 sene, onca gözlem ve izlediğim onlarca belgeselden edindiğim bir fikir var ve bunu siz insanlıkla paylaşmaktan çekinecek değilim:

- Hanımlar, beyler, maalesef yanlış geldik.

Şimdi "insanlık" dedim ama kimse kendini dışlanmış hissetmesin. Aranızda kediler olabilir, uzaylılar olabilir. Dahası bu ikisi aynı şey olabilir. Şu noktada kimseyi parmakla gösterecek, “Bu bizim köyden değil” ispiyonlayacak halim yok. Maksadım belli; yanlış gelen insanlığa “Arkadaşlar burada bekleme yapmayalım” çekmek.

Peki "Yanlış geldik ne demek? İzah edeyim efendim; insanlık olarak evrimde şıçtık. Ne ara becerdik, nasıl muaffak olduk tam bilemiyorum, çünkü her şeyi ben bilemem. Lakin tüm canlılar hayatta kalmak için evrimleşirken, hayatı s.kip atmaya yönelik gelişen bildiğimiz tek bir tür var. Kim o? Çok doğru bildiniz, insan.

Şimdi oturup BBC, Neyşınıl Ceografik’ten edindiğim "Sinek kuşu gagayı şu şekil sivriltmiş, yok efendim balinada leğen kemiği varmış zira yemek için karadan denize inmiş" geyiklerini yapmayı, yazıyı tabiatın gücüyle desteklemeyi ben de bilirim. Konuyu dağıtmamak adına kendimi tutuyorum. Sadece şunu belirteyim, hem izlemeye hem yemeye doyamayacağım canlılardan birdir ahtapot. Hatta bazı ahtapotları sorsanız bana halamdan, eniştemden yakın. İnsan halasını ızgara, haşlama, hatta salata yapar mı? Çiftlik halası değilse, neden olmasın?

Konu ansızın dağıldı ve işin aslı anlatmak istediğim yerin yakınına bile gelemedim. Atımı bilim ve sosyal gözlemin kol gezdiği düzlüklere sürmek istiyorum, olmuyor. İnsan olarak yanlış evrimleştik de ne oldu? Bunun cevabının verilmesi gerekiyor.

Şöyle oldu; bok gibi.

Biz kendini, hatta kendiyle beraber tüm insanlığı, hatta yetmez tüm dünyayı, o da kesmezse kainatı yok etmeye yemin vermiş bir tür olduk. Yemin vermeyenlerin aklından da günde en az 5 kere geçiyor bu fikirler. Yok et, parala, parçala, talan et, devir, lime lime et, at gitsin...
Ne bir yunus, ne bir fil, kendi türünün sonunu böyle şevkle beklemez. Memeli olmayanları zaten hiç açmıyorum. Onların işi gücü var olmak.

En kendi canından geçmiş hayvan bile, diyelim ki üreme mevsiminde nehirleri tersine tersine gidip de yumurtladıktan sonra ölen bir somon, aslen yine türüne hizmetin derdinde. Cansız bedeni önce yeni nesillere, sonra da oradaki suyu emen ağaca bitkiye gıda oluyor. Hayat, her parçasında kendini devam ettirmek için dahiyane yollar buluyor. Bi tek bizler, yani skimsonik insanoğlu, doğaya gıda bile olmayan ölümleri, meziyetten sayıyoruz.

Birbirimizle savaşıp, ölenleri onurlandırıyoruz. Şehirleri talan edecek, etkisi kuşaklarca geçmeyecek silahlar geliştiriyoruz. Silahlarımızla gurur duyuyor, hatta onları çıkartıp seviyoruz. Kimler yaşasın, kimlerin soyu tükensin ve hatta kimlerin tohumu kurusun, en çok biz biliyoruz. Bazılarımız manyağın ısrarcısı çıkıyor; öldürmeyi meslek ediniyor. Onların kimini seri katil diye hapsedip, bazısını lider diye takip ediyoruz.

Kıyamete inanıyoruz, inanmakla kalmayıp kıyameti arzuluyoruz. Kendi küçük zavallı bencilliğimiz içinde, "batsın bu dünya" diyoruz. Boktan ve ucuz sebeplerle kendi bireysel dünyamızın battığını düşünmekten de geri kalmıyoruz. Hatta buna inanıp ilaçlar yutan, gazlar içen, köprülere çıkıp kendini boşluğa bırakanlar da bizleriz.

Bence ve aslen, intihar eden balinaları felan hep biz gaza getiriyoruz. Artık hayvanatın suyuna ne katıyorsak, huzursuzluğumuzu, ölüme olan tutkumuzu, gezegenin kanına zerk etmeden gün geçiremiyoruz. Belki de ne kadar zararlı olduğumuzu içten içe bildiğimizden, kendimizi yok etmeye çalışıyoruz. 

Yazıktır la, yaşamaktan ne kadar da yorgunuz.

Dile kolay 70 bin yıl, evril evril yine iki gram rahat edeme. Yerler ayağına batsın, soğuklar tüysüz cildini berelesin. Miden de öyle bir narinleşsin ki, eti otu çiğ yiyeyeme. İş değil şu evrim, beyler bayanlar. 
Basbayağı yanlış geldik, dönemiyoruz.

***

Halbuki evrim şöyle olabilirdi; tükürüğümüz yaralarımızı iyileştirebilir, kopan yerlerimiz tekrar çıkabilirdi. Makinalara ihtiyaç duymadan hızlıca hareket edebilir, diğer canlı türlerini dinleyip anlayabilirdik. Suda, karada ve havada yaşamamız daha rahat olmalıydı bi kere, soğuğu sıcağı bu kadar da kederle tatmamalıydık. 

En fenası da, bu bilinç ne amınko insanoğlu, bu bilinç ne? Algının kapılarına takoz sıkışmış adeta!

Ezik gibi 5 duyuyla takılıyoruz, onun da ne kadarını duymaktayız şaibeli. Köpekler duyduğuna güler, kuşlar gördüğüne, o denli çapsız yeteneklerimiz var. İnsan 70 bin yılda bir takım hisler geliştirmez mi lan? Başka bi boyut var mı? Zamanın katmanlarında neler oluyor? Canla cansızlık arasındaki geçiş nasıl? Enerjiler nerden geldi, nereye gidiyor? Pihuuuu. 

Bakma öyle yüzüme bön bön insanoğlu, hele cevap ver? Sana her şey niye hala muamma?

Şimdi diyorlar ki 21 Aralık’tan sonra başka bir devire geçilecekmiş. Olabilir. Lakin o geçiş evrenin yaşıyla doğru orantılı olacağından o kadar uzun sürer ki, insan ömrü, hatta tarihi, onu gözleyip anlamlandırmaya yetmez. Belki de yeter, şimdi tam bilemedim. Daha iyi kayıt tutmaya başladı insanoğlu, herkeste bi kameralar...

***

Lafımı şu şekil bağlıycam, insanlığın kıyameti göklerden gelmeyecek, içten patlamalı olacak, o kesin. Boşuna elin göktaşını, uzaylısını töhmet altında bıraktınız senelerdir. Ne ettiysek kendimize edeceğiz. Gezegeni çöp eve çevirdik, kısmetse başka gezegenlere gidip, oraların da karbonunu belleyeceğiz.

Ya da belki, hani bana küçük bir ihtimal gibi geliyor amma ve lakin, bir noktada olması gereken yöne doğru evrilmeye başlayacağız. Olması gereken, hepimizin içinden geçen aslında. Ruhumuz nereden geldi, nereye gidecek bileceğiz. Canlıların hepsiyle bilincin içinden sızdırarak iletişebilecek, haliyle artık öyle kolayca öldüremeyeceğiz. Ya da daha iyisi, hayatı, neden var olduğumuzu daha iyi anlayıp, kıymetini bileceğiz.

Evet bugün 21 Aralık, Maya'nın duasıyla yaşamadığımız için, takvimiyle de ölmedik. 
Bu gece İstanbul'da her tarafta konserler var; dünyanın sonuna müzikle, dans ederek ve el ele girmek de bir kafa, güzel kafa. Siz neyin kafasına koparsınız bilemem. Tek dileğim, yarın uyandığımızda, hepimizin içinde geleceğe dair ufacık bir heves...

Sonra kısmetse, yolunu bulur herkes.


Biterken,
ocakta yemeğim var kardeş, hızlısından bitsin bu iş. bana meraklı varsa, daha üj bej gün buralardayım. sonra dağa geri kaçar. dağ çok güzel, siz de gelsenize.