Son Şeyler

Hepimiz anlamlı bir şeyin yörüngesine girebilmek için evrende başıboş dolanıp duruyoruz...

Tanrısal düzensizliğe öykündüğümüz sıradan bir bahar gecesiydi. Ona daha o gün, uzun bir mektup yazıp, dünya üstünde önceden yazılmamış hiçbir şey olmadığını anlatmıştım. Bana cevap vermek yerine, akşamüstü buluşmayı önermişti ama gün iyice batana, kızıllık yerini katmanlı mavilere bırakana kadar da ortada görünmedi.

“Olsun” diye düşündüm onu beklerken. “Olsun”, bir teselli değil de daha ziyade bir temenniydi o an için; yeter ki olsun. “Hele bir olsun da, nasıl olursa olsun” diye için için yanan ufak, kırmızı bir temenni… Cennet yeter ki var olsun. Bizler, yani aşıklar, müptezeller, hayalperestler, o imgenin huzuruyla, cehennemde güle oynaya yanarız, dert değil.

Buluştuğumuzda, hala verecek bir cevabı olmadığından, bir deniz kıyısında elimi tutup, korkunç derecede akla yatkın yalanlar sıralamaya başladı. Şayet bu denli akla yatkın olmasalar, yalan olduklarını asla anlayamazdım. Ev kirası ve beyaz eşya, araba ve kasko, banka kredisi ve maaş bordrosu kelime öbekleri, dudaklarından küfür değilse de, kokusu nahoş tükürükler gibi saçılıyordu gecenin baharlı berraklığına. Kafamı sağa yatırıp, boynumun açıkta kaldığı için tek ısırılışta koparılmayı bekleyen narinliğiyle dinliyordum onu. O hala elimi hafif hafif, varla yok arası sıkıyordu.

Bizim el ele tutuşmaklığımızdan birkaç metre ötede, gece gibi denize yahut deniz gibi geceye durmaksızın olta savuran üç adam vardı. Biri o esnada türkü söylüyor, biri durmaksızın ağzının kenarındaki cigarayı körüklüyor, sonuncusu ise gençliğinde oltasına takılan bir deniz kızının, vaktiyle çağıl çağıl kucağında kıpırdayan saçlarından bahsediyordu. Hiç deniz kızı görmüşlüğümüz olmadığından, mecburen türküye ve cigaraya eklendik. Ama kulağımız hala deniz kızının saçlarından bahseden balıkçıdaydı. Deliliğin bulaşıcı olma ihtimaliyle kabarmış kulağımızdan başka bir şey düşünemiyor, ne yapıp edip, o delilikten, bir soğuk algınlığı gibi, kapmak istiyorduk. En azından ben o anda, sevgilimin de benimle aynı tonda ve anda delirmek istediğini düşünüyor, hayır düşünmek de değil bu, düpedüz arzuluyordum.

Balıkçının lafına inanılacak olursa deniz kızı hiçbir zaman bir çift bacak arzulamamıştı. Balıkçı bu isteksizliği hatırlarken gözleri doluyor, boğazındaki tesellisiz ızdırap yumağı yutkunulmaz oluyordu; bakınca anladık. Bu bacak istememe hadisesini, yeterince sevilmediğine yormaktaydı balıkçı. Öyle ya, yeterince sevilseydi şayet, denize ait de olsa, o deniz kızı balık kısmını kestirip atmaz, erkeğiyle bir olmak için kendine şöyle bir çift işe yarayan bacak edinmez miydi? Ayağa kalkıp, eteğini beline toplayıp, pazara çarşıya, sevdiğine börekler açmak için pazı, ıspanak ve lor peyniri bulmaya gitmez miydi?

Öyle miydi? Değil miydi? Türkü ve cigara giderek zor geçmeye başlamıştı. Deniz kızıyla teması olan balıkçının yüzme bile bilmediği, öğrenmeyi hele hiç düşünmediği ortaya çıkınca, ortam biraz karıştı. Işıkları sıra sıra yanan, şiir gibi bir vapur geçti uzaktan. O bile bir aralık durup, kıyıdaki sorumsuz balıkçıyı ayıpladı.

Neden sonra balıkçıların zamanda ve uzayda bir simetri yaratma hevesiyle yan yana dizildiklerini anladık. Gerçi sevgilim bunu, SGK borçları ve taşeron işçilerin tembelliği konularına çok yakın bulmuştu. Konuyu hep oralara bağlamaya çalışıyor sonra da bir yuvanın olmazsa olmazının dış cephe yalıtımı olduğu konusunda ufak bir nutuk atmak istiyordu. Ben ise kimi konuları anlamakta geç kaldığımı düşünüyordum.

Zaman benimle aynı fikirde değildi hiç. Zaman, anın şaşmaz doğruluğundan başka bir meşruiyet aramıyordu. Çünkü sinsi bir çakaldı ve ay neredeyse batıyordu.

Anladığım kadarıyla, balıkçılardan türkü söyleyen, kozmosda umudu ve hasreti temsil etmekteydi o gece. Türkü söyleyen balıkçının eskiden marangoz olduğunu iki parmağının artık yerinde bulunmayan uçlarından anlamıştım. Çok yontmuş, kesmiş, aşındırmış, en nihayetinde sözlerini kan güllerine, geçmiş ve geleceğin buluşmazlığına, bir mahpusluk, bir içinde kapalı kalmışlık haline bağlamıştı. Geçmiş idi, türkü söyleyen balıkçı. Artık orada olmamanın acısını, biz fanileri durduk yere hüzünlendirerek çıkartıyordu.

Sigara tüketen, henüz 22 yaşında var ya da yok; en genç balıkçıydı gördüğüm. Kozmosun şimdisiydi; sürekli, an be an, sıkıla sıkıla tükenen, tüketilen şimdi... Kaka kana sonu gelen, sonun içinde kendini var eden, suskun, göz ardı edilen, sadece hırsla sömürmeyi bildiğimiz şimdi... Biz ise birbirimizi tüketiyorduk; sözlerimiz ve yalanlarımız, deja vu ile unutkanlık arasında boş bir satır gibiydi, şimdi. Biz nefesle köklemesek o sigarayı, rüzgar gelip içecekti, şimdi. Yine habersiz geçecekti, ah hep o şimdi... Düpedüz çaresizdi şimdinin bağımlılığı; neresinden tutsak, elimizde kalamıyordu.

Sonuncu balıkçı, yani deli olduğundan hiç şüphe duymadığımız deniz kızı sevdalısı, geleceğimizdi. Her şey sona erdiğinde, başkalarının gözünde, hayali, imkansız, atmasyon, iptidai, müşkülpesent, manidar, hanidiyse masal ve boş – ama kıyasıya boş- bir gölge olacağımızı muştuluyordu. Deniz kızının saçlarının o kucakta kıvıldanışı hiç gerçek olmamıştı; diplerde dalgalanan yosunları saça benzetmişti sadece balıkçı. Gittim diye anlattığı denizlere hiç ulaşmamıştı; en fazla Heybeliada’ya kadar kürek çekmiş, o esnada başına güneş geçmiş olacaktı.

Gecenin sonlarına doğru, türkü söyleyen balıkçı denizdeki tüm tuzu burundan tek seferde çekip, derin bir sessizliğe gömüldü. Onun suskunluğunun gölgesinde bu kez sigara içen bir takım türküler söylemeye başladı ama neyin ne olduğu, hangi yöreden söylediği hiç anlaşılmıyor, sürekli potpuri yapıyordu. Onu ne dinlemek, ne anlamak, ne de eşlik etmek istiyordunuz böylece. Çünkü hepsini yapabilmek için yegane bir tek şeyi, onu kabullenmeyi öğrenmek gerekiyordu. Canımız çekmiyordu bunu.

Velhasıl hepimiz, anlamlı bir şeyin yörüngesine girebilmek için uzayda başıboş dolanıp duruyorduk o gece. Yörüngeye girmek yahut sokmak için gerekli olan güç; kütle çekimi, gerçekliğin süslenmiş tatlı bir hali yahut gereğinden uzun sürmüş bir ayrılık olabilirdi. Ben bunları dert etmiyordum zira, bana sorarsanız, hakkında daha önce defalarca yazıldığı halde tekrar yazmaya değer yegane iki şeyin aşk ve mevsiminde Kırkağaç kavunu olduğunu, anlayanlar anlamıştı. Sevgilim hariç. O bir mühlet daha, mutfak ve banyo tadilatı, ev sahibinin kira gecikmesinde gönderdiği tebligatı, Merkez Bankası faiz indirimi ve tuvalet kağıdının evde azalan varlığı konularına değindi. Bense kavunları düşündüm. Sarı, olgun, tatlı, kavunları…

Nihayet, benden gelen öneriyle, deniz kızından bahseden balıkçıyı, altı okka yapıp, denize attık. Küçük, plansız bir cinayet gibiydi bu. Kimse ölmedi gerçi. Ama öyle bir boşluk oldu ki o gidince, hepimiz hükmen ölmüş sayıldık.

* Masa Dergi Haziran 2018'de yayınlanmıştır.

biterken,
kalbimde dövmesi olan bi yazıydı. dövme kaldı, kalp geçti.
hep şaşırıyor olacağım buna.
Egon Schiele, ağlat beni
Bi keresinde gençtim.

Ne kadar gençtim? DJ’inden hoşlandığım barın yüksek taburelerine tüneyip, peçetelere şiir yazmak havalı bir şey sanıyordum; tam olarak o kadar gençtim işte.

Beyoğlu’ndaydık; henüz saç ekimi çizgisini gizleyen havlu bantların, İstiklal’i ele geçirmediği yıllardı. Ne kadar güzellerdi, şimdi nostaljinin ışığında net bir şey söylemem zor. Fakat her çeşit insanı gördüğümüz bir yerdi o zaman Beyoğlu. Şimdi o multikültürel ruhuna el-fatiha…

Yanımda oturan adam, ağız kenarlarında beyaz tükürük topakları, uzun süre susup birasına baktı. Ben de elimde olmadan adamın, vaktiyle olgun narlar gibi kemiğe dek açılmış, kol façalarına baktım. Yara izleriyle bir süre bakıştıktan sonra, adını bile söylemeden konuya girdi façalı abi. Dosdoğru bana beyaz tükürükler sıçratarak, “Sana bir hikaye anlatayım mı?” dedi.

Şimdi af buyurunuz. Bir barda tek başına peçetelere şiir yazdığını sanacak kadar naif bir kız, bu teklifi geri çeviremez. Belki korkar, belki bir şeylerin yolunda gitmeyebileceğini sezer ama kalkamaz yerinden. Çünkü onun o ısrarla tuhaf görünmelerinin hepsi, diğer tuhaflıklar, yani benzerleri, gelip de kendisini bulsun diyedir.

“Sevdiğim bir kız vardı…” anlatmaya başladı bizim façalı. Hiç şaşırmadık, hikayenin başında neme lazım, mutlaka sevilen bir kız bulunmalıydı. “Ben kokainmandım, bu kız da işte çalışıyordu. Sonra param kokaine yetmeyince itirafçı, ihbarcı oldum. Karakola da girip çıkmışlığımız vardı hani. Bir nevi ahbaplık oluştu, annadın? Ben giriyorum, çıkıyorum, birilerini söylüyorum filan… Gel zaman, git zaman…”

Zaman böyle durumlarda pek hayırlı yönlere akmaz. Bu hikayede nereye akmış, gelin dilerseniz façalıdan dinleyelim.

“Bizim kızın bi olayı vardı. Erkeklere gidiyor bu, bazen parasına. Ama para için değil, ablaları var hep çalışıyorlar. Annesi var, dört kız kardeş aynı evde... Bu bazen bi dönercide yemeğine gidiyor adama, annadın? Ben kapısında bekliyorum otelin. Çıkışta tutup diyorum, neden yaptın? Bişey demiyo, bakıyo öyle yüzüme. Ağlıyo filan… Böyle bir, iki… Ben bunu bi gün otelden aldım eve götürdüm. Çıkartmazsam evden diye düşündüm, vazgeçer. O arada tabi kardeşleri polise gitmiş. Alıkoyma var, kaçırma var. Darp da etmişiz, böbreği zarar görmüş, sonra o da ortaya çıktı. Aldılar götürdüler hastaneye ablaları. Ben kaldım evde. Sonra mahkeme oldu, avukatlar falan, hep para annadın? Bunlarda para var, sen bakma. Para var bunlarda, ama niye öyle yapıyorsun o zaman değil mi? Gitme adama. Yapma. Ama yapıyor, gitmiş kafa, annadın?”

Hikayeyi dinlediğim vakit, ne yaşandığını tam olarak bir türlü anlayamadığımı hatırlıyorum. Bir adamın façalara, bir dudaklarının iki kenarında topaklanan tükürüğün giderek büyüyüşüne, bir de beni aslında hiç görmeyen gözlerine bakıyorum. Hiçbir şeyi aklım tam almadığı için de, kafam o an rahat. Ne duyduğumu, kimden duyduğumu daha sonra düşüneceğim. Bunun için yıllarım olacak.

“Mahkeme ne oldu?” sordum bir bira yudumlamalık suskunlukta. “10 yıl verdiler, Perşembe gireceğim.” dedi façalı. Bu cümle o gece aramızda akan son cümle olarak, DJ’in çaldığı şarkıların etrafında bir süre dolandı. O esnada “Burda ne yapıyorum lan ben?” sormuş olmalıyım kendime. Çünkü çok gençlikte bile, sorulur böyle şeyler. Şayet yeterli derecede sert bir yüzeye çarpıldıysa… Bir Beyoğlu, bodrum katı barının tuvalet fayansları kadar sert, soğuk ve tiksinti uyandıran ıslaklıkta bir yüzeye mesela...

O gece nasıl bitti hiç hatırlamasam da, ne façalıyı ne de DJ’i bir daha görmediğimi biliyorum. Peçeteleri de bir taşınma esnasında atmış olmalıyım, zira yıllardır evde karşılaşmıyorum. Şimdi, yani o geceden aşağı yukarı yirmi yıl kadar sonra, iki şeyi daha biliyorum. Bir; şiir öyle yazılmaz. İki; insan öyle sevilmez.

Peki ama nasıl sevilir insan? Doğru bir ölçüsü ve optimum bir şekli, şemali var mı? Senden doğmamış bambaşka bir canlıyı gerçekten sevmenin en etkin yöntemi nedir? Yoksa sevda dediğimiz eve davetsiz gelip, uzun süre dışarı çıkartamadığın için, sana aklını oynattıran bir kara sinek midir? Ve en nihayetinde, sineği gazete kağıdıyla yere sermeden, bu azap geçirilemez midir?

İşte bunları düşünmek için, o peçete kağıtlarına şiir yazan ponçik kızın epey vakti oldu. Birilerini sevdi, sevilmedi, yahut verilen miktarı kendine yeterli göremedi. Bunlar için arada kollarını havaya kaldırıp, isyan da etti. Sonra o haliyle boş bulunup, gövdeye ve çeneye esaslı darbeler aldı. Ama bir şekil, bir yol, bir racon misali üstelik, o nazik ölçüyü tutturmayı sanki hiç öğrenemedi. O -sözde- aşk uğruna çürütülen böbreğin sızısı kaldı hep bir tarafında. Ve kimi sabık aşklarına sabahın sekizinde telefon açıp; “Böbreğini versen yetmeyecek!” diye de inledi.

Halbuki kimse böbreğini, dalağını, kalbini, ciğerini, yani ivedi organlarından hiç birini, feda etmemeli aşk için. Aman sakın! En fazla belki bir serçe parmağı verebiliriz; şayet çok sevdiysek… Yahut sağ diz kapağı feda edilebilir; aşkımızdan öle yazdıysak filan… Latife ediyorum. Aşk bedensel bütünlüğü de, zihinsel huzur kadar zedeler, ammena. Yine de konu feda etmek olunca, en başarısız ilişkiler, birinin sürekli kurbanı oynadıkları oluyor. Biri saçını süpürge etmeye görsün, sanki diğer herkes oracıkta kel kalıyor.

İşte bu sebep, hayra yorun bitişleri, o son konuşmaları, vedaları… O bir türlü unutulamayan, ah ne acılar ve badirelere mal olan sevdicek karşınıza çıktığında, alttan almayın. Ve şöyle diyiverin, o zamansız gidene, kıymet bilmeyene, aldatana, hak yiyene, artık size ne ettiyse hergele…


“Bilirsin tatlım, Kadıköy’ü çepeçevre ve bir kalemde, yakardım senin için. Şimdi sadece sigaranı yakarım. O da imkanım olduğundan.”

Sonra şayet eğer varsa, masadaki peçeteleri de yakın; kimse üzerlerine kötü bir şiir yazmadan.
Bakın, o harbiden havalı olur.


* Aksi Dergi Nisan 2018 sayısında yayınlanmıştır.

biterken,
pazar sabahı, radyo eksen'de kendi programımızı dinliyorum.
bu sabah çok ağladım, niye hiç bilmiyorum.
"üzgün insan kötü, neşeli insan iyidir" diyor osho. sakalından utan osho. ya da ben osho okuduğum için sizden mi utansam. boşverin lan ne utanıcaz. 
beni okuyorsunuz ya ,sizi çok seviyorum.
Kuğulu Park'ta in, cin ve bi takım öredekler top oynuyor
Tunalı Hilmi Caddesi’nde, gecenin bir buçuğunda, Duman şarkıları bağırarak koşmamın bi nedeni olmalı. Gören de bu şehrin yerlisiyim sanır. Gören, pek çok şey sanabilir aslında. Oysa ben otelin yerini bulmadım sadece. Otelin yerini bulamayınca kendimi Kuğulu Park'ta buldum. Ve (bunu itiraf etmek biraz canımı yakıyor ama) kuğular bu işten hiç hoşlanmadı.

Parkta in, cin ve bir takım ördekler top oynuyor. Parkın girişindeyse ekip aracı, nam-ı diğer amcalar… Kimlik sorsalar mesela, yahut niye bangır bangır “giderek dağı duvarı aştığımı” sorsalar, verecek cevabım yok. “Salya sümük ağlarım herhalde” diye düşünüyorum çünkü kadınım. Ağlamak bizim en kuvvetli silahımız değil miydi ayol? Sanki ağlayarak kendimizi sevdirebildiğimiz tek bir canlı olmuş gibi…

Ağlayan bir kadını annesi bile sevmez. Gelin bütün bu konuları açık ve net konuşalım. En fazla der ki; “Boş boş şeylere gözyaşı dökme, ayağına da terlik giy!” Anne olsam aynen, bilfiil, kelimesi kelimesine ben de bunları söylerim üstelik. Ama değilim. Olmaya da niyetim yok. Çünkü bilirsiniz; gecenin bir buçuğunda, Kuğulu Park’ta sarılmam gereken Akağaçlar var benim. Evet, ah, evet. Ben biraz serseriyim.

Kuğulu Park’tan günler önce başka bir parktaydım. Yaklaşık 450 km uzakta, Kadıköy Yoğurtçu’da… O gün canım sıkkındı. İnsanın canı tek kolunu kopartıp, o kolla kendini dövmek isteyecek kadar sıkılabilir bazen. Bişey ister mesela, onu kanı çekilerek, hücreleri büzüşerek ister de, olmaz o iş. Olamaz. Olmayacak şeyler istediğini kabullenmemek, insanın temel özelliklerinen biridir. O yüzden parklara gider, yağmurlarda mahsun gezer insan kişisi. O parkta yaşadığı hatıraları yad eder, ağlak ve kederli. Belki birini öpmüştür orada. Belki birini öpmeyi canı çekmiştir; en masum ve içten haliyle kanının. Ama akacak kan yerinde duramamıştır en nihayetinde. Masumiyet parkı terk etmiş, geriye sadece sağlıkları ve yaşam kaliteleri oldukça şaibeli evsiz amcalar kalmıştır.

Evsiz amcalar da insan. Bunu söylemem ne denli acımasız, çaresiz ve yalan. Hiç, bir evsiz amcayla, iş arkadaşın gibi, ne bileyim eltin gibi, kaynın gibi vakit geçirmişliğin var mı? Ancak öyle bön bön bakarsın amcalara ve dersin ki; “Ben deliyim herhalde. Şu sağlıklı, şu göreceli olarak varlıklı halimde, hala kendime acıyorum. Ama bak, ne hayatlar var! Hem de ne hayatlar var!”
İşte böyle arsız arsız geveleyerek, ibret alırsın. Yahut aldığını sanırsın. Halbuki evsiz amca hem aç, hem harman. Neyse… Harmanlık, hele de sevdaya harmanlık nedir, biliyorsun en azından.

Evrenin henüz keşfedemediğimiz gizemleri kadar tuhaftır; olacak şeyler, olması hayırlı şeyler arzulamaz her zaman insan. Hayırını şerrini, gireceğini çıkacağını, kendine ve etrafındakilere neler edeceğini zerrece umursamadan ister bazen. Kimi şeyleri... İşte bu mesnetsiz halet-i ruhiyeye ihtiras denir. Kirli, coşkun bir sudur bu his. Üstelik hangi yöne akarsa aksın, ister Japon, hatta Alman altyapılarıyla karşılaşsın, yine de taşar, sel olur, ortalığı berbat eder ihtiras. Tarzı budur, karışılmaz.
Ve parklar, ekseriyetle kış gecelerinde ıssız ve serin olur. Tehlikeleri çeşitlidir lakin benim karşılaştığım en büyük tehlike, yine kendim oldum o günün sonunda. Akağaça sarıldıktan hemen sonra, beş metre sağımda onu gördüm. Gençliğimi…

Bedbaht değildi, mutlu da sayılmazdı. İşin en tuhafı, beni gördüğüne hiç şaşırmadı. Dedim; “Kızım çıldırdın herhalde? Burada işin ne? Hava eksi beş derece, farkında mısın?”
“Ben pek üşümem yaa!” cevapladı beriki. Üstüne başına baktım; epey de inceydi. “Gençlik işte! Kafa yok ki kafa! Tek yumurtalığı eline alınca görürüm ben seni…” diye düşündüm ama üstelemedim.
Çok da uzatmadan karşılaşmamızın heycanını, eski bir dost gibi yanına oturdum gençliğimin. Sanki koca evrende bizi bizden çok sevip anlayacak, koruyup kollayacak, o gece bağrına basacak başka kimseler yoktu. Gerçi tüm bu şevkate dal vermiş Akağaçlar, tepemizde dikilmeyi sürdürüyordu. Onların suskunluğuna sığınıp, biz de ince ince susuştuk bir süre. Sonra sessizliği gençliğim bozdu.

“Kırk tane kediyle bir evin içinde ölüyorum ve cansız bedenimi kedilerim yiyor, di mi?” sordu ters ters.
“Yuh, amk. Yuh!” dedim. “Senin bana hiç mi itimadın yok?”
“Olsun mu?” terslendi, beni baştan aşağı tek kaş havada süzerek. Kendimi niye sevdiğimi bir kez daha hatırladım. Delirdiğime emin olduğum anda bile, hep bi şaka peşinde koşardım.
“Sadece” dedim, bunu dedikten sonra bi süre susup, hızlı hızlı bir sigara sardım. Arap kağıdı kurumuş damağıma yapıştı da, çaktırmadım bizimkine. Neden sonra lafa girdim, kendimi tüm zamanlarımda teskin etmek istercesine…

“Sadece tekrar, tekrar ve tekrar, üstelik her seferinde öncekilerden biraz daha derin, bi tutam daha  kanının orta yerinden aşık oluyorsun. Her seferinde kendini kaybedip, sonra gece yarısını az geçe, bütün prensesler evlerine döndüğünde ve tüm  iyi çocuklar uyuduğunda, yeniden buluyorsun. O yani… Kediyi de bırakıyorsun bi noktada. Buna sen bile inanamıyorsun üstelik.”

Dedim.

Güldü . Gülüşü sevdiğim her şeyle, o en çok kalbimi yaranla, ihtirasın adıyla, içimdeki tüm gölgeler ve aydınlıklarla aynıydı; korktum. Uzun süredir korkmuyordum.
“O zaman” dedi. “İntihar etmiyorsak yani, çünkü etmemişiz belli, bi çay mı içksek? Hava hayvan gibi soğuk.”


* Mart 2018 sayısında, Masa Dergi'de yayınlanmıştır.

biterken,
bu yazımda borges'e selam çaktım. borges dedi ki; beni bu menşından çıkarın.
çünkü selam çakmanın biraz da emizlemek olması, akuzlamak olması...
benim yazıyı yazıp yolladıktan sonra bunu fark etmem...
ama her sanat mercan resifi gibi, birbirinin üzerine yapışa yapışa kendini inşa etmiyor mu zaten?
gel yapış bana okuyucu; sensiz yapamam bilirsin.

Epeydir, ama epeydir, kadınlarla komik bi'şiyler yapmak istiyordum. Çünkü yıllar boyunca hep erkeklerle komiklik yaptım ve kusura bakmayın beyler ama bi noktada baydım.

Komik adamlar nefistir. Onlarla zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Aklınızı hep neşeli şekilde delirtirler. Yoksulluğun can sıkıcılığını, trafikte kalmışlığı, metrobüste konserve olmuşluğu, pek çok sıkıcı filmi ve kimi konserleri, aşırı yorgun günleri, evde kutlanan bilumum önemli hadiseyi, epey rahatlıkla, kurtarabilirler.

Komik adamlar korkunçtur. Bi kere susmak nedir pek bilmezler, her lafa atlar, yahut en kritik anlarda doğrudan ortaya doğru patlarlar. Sadece etrafı kritik edeceklerini sanırsanız, oy oy, elbette yanılırsınız. Komik adamlar sarkazm ile can yakar, cerrahi şakalarla oracıkta böbreğinizi elinize tutuşturuverirler. Uyumaz da bu sinsiler, yeminle. Su uyur, bunlar uyumaz. Böyle kunduz elleri çenelerinin altında, bi açık verin de, lafı 90'a ateşlesin diye bekler dururlar.

Yani özetle, benim komik adamlar ile olan aşk - nefret, haset - sidik yarıştırma halim ezele, ah rabbim çok ezele dayanır.

(Lisede sadece Cem Yılmaz şakaları anlatan saygıdeğer manitam Özgür. Burada hep beraber, bende açtığın "başkasının şakasını yapmak komik değildir." travmasının ekmeğini yerken, seni saygı ve pek de yoğun olmayan bir özlemle anıyoruz.)

Ehem.

Ne diyordum?

Evren sesimi neredeyse 10 yılda duydu ama duydu, şimdi, hakkını yemek istemem. Standup sayesinde bir takım komik kadınlarla tanıştım. En başta aralarından bazılarına hafiften kıl olduğumu itiraf etmek zorundayım. Ben ne Kadıköy yapımı Seinfeld'lerin elinde şişmiştim de, gelmiştim o noktalara... Senelerce 6- 7 erkekle, tam 6-7 adet sahneye çıkmaya hazırlanan komik adamın testosteronuyla, durduğum yerde top sakalım çıkmıştı.

Nihayet sahnedeki tek kız değildim ama rahat edemedim.

Aslında niyetim hepsini tek tek dışlamaktı. Olmadı. Bi şekilde kanıma girdi bu zilliler. Size onları biraz tanıtayım mı? Kesin bunu okuyunca böyle hem ağlamaklı, hem kızgın, tuhaf duygusal hallere girecekler. Ay allahım. Bakın bunu komik adamlarla yaşayamazsınız. Komik adamların duyguları 5-7 çeşit sivri şakanın altına ustaca gizlenmiştir.

Ma Görlz - Çok da Fifi 

Fakat Kim Bu "Çok da Fifi" affedersin?

Meltem Parlak: Kulis geyiğinin efendisi. Ben onun kadar zengin kelime dağarcığıyla nükte yapan kimseyi tanımadım. Ki neredeyse hepinizi tanıyorum saygıdeğer tipsiz komikler. Meltem bi de üstünüze afiyet -bir yorumcumuzun dediği gibi- bir nihai ürün; yani güzel. Gerçi sarışınlık onu yordu, hissediyoruz. Onun dışında, azarı meşhurdur. Meltem sizi bir azarlar, donunuzu filan unutur kaçarsınız. "Acınacak haldesin, yeter artık!" repliği ile ünlenmesini bekliyoruz. Bir de kitapları var, onları alın. Of daha Meltem üzerine destan yazarım. Üstü laik - ulusalcı teyze kaplanmış, New York'lu Yahudi bir komedyendir kendisi. Yaşını bi gösterir, aklınızı yersiniz.

Hande Yögen: Ben bu insana ne ara, nasıl oldu da kıl olmayı becerdim acaba? O günden beri içgüdülerime hiç güvenemiyorum. Dolu yağsa sokağa koşarım, fırtınaya balıklama dalarım. Çünkü belli ki bende öyle bi kafa yokmuş. Neyse. Bu kişi dünyanın en iyi insanı olmanın yanı sıra çılgın gibi Instagram'ımıza story eklemesiyle ünlüdür. Her gösteriden onlarca fotoğraf çekmese hasta oluyor. Çekince de hasta oluyor. Tam anlamadım. Ama sayesinde milyartirilyonlarca sahne fotoğrafım oldu. Bakın erkeklerle komiklik yaparken sevabına yaa, Allah için yaa, fotoğrafımızı çeken bir kişi yoktu. Hep karanlık dönemler onlar bu sebeple. Hande'ye dönersek hep diyorum, grubun ruhani lideri. Ekibi sanki bana yönettirip, beni o yönetiyor gibi, böyle mistik güçleri filan var.

Aslı Akbay: İngiliz. Aslıyla mahçup oluyoruz konseptinin Aslı'sı, çok acayip bir insan. "Beni lezbiyen sanıyorlar ama ben gay bi erkeğim" diyebilecek, sonra da üzerine bir porsiyon beyin söğüş yiyip, ağzını silip kalkacak, sonra da motoruna atlayıp gidecek denli delikanlı. Watsapp grubuna kalp filan atmayı yeni öğrendi. Bebişim yazarken geçende az daha inme geliyormuş, kaykayla acile taşımışlar. Ah, tam soğuk İngiliz bi espri oldu. Faak. Aslı'dan çok şey öğrendim; doğru tonda bloodyhell demeyi, bazı şakaların insanı ne kadar şaşırtabileceğini, deliliğin ekstrem sporla yenilebileceğini ve iyi kalbin hep baki kalacağını.... Ha bi de, ne yalan diyeyim, Aslı'dan sert vuran erkek komedyen bi Alicem Yurtseven'i bilirim. Manyak bunlar affedersin.

Şirincan Çakıroğlu: Sincap mı desem, kunduz mu desem, böyle bi kemirgen gibi, ama sürekli seksi, hep bi kedi gibi oyuncu... Bitmiyor efendim, bitmiyor... Bi enerji geliyor buna, gitmiyor. Bazen kanaryalara yaptıkları gibi, Şirincan'ın üzerine örtü atıp susturasım geliyor. O da kuliste benim iğrenç biri olduğumu düşüyor, haklı. Öyleyim. Hiç sevmem kuliste cıvıklığı... Bi tek sarılmaca-hug up yaparken memeleri tokuştursak, bana o kadarı yetiyor. Bakın buna o kadarı yetmez. Yakalarsa sizi doyasıya ovazlar. Hem sizi, hem seyirciyi. Muhteşem bi ovazlamacıdır kendisi. Pardon doğaçlamacıdır kendisi. Çişi sıçratan vajina taklidini görseniz, ki bi gösteriye gelirseniz görebilirsiniz, fenalaşırsınız, orası kesin. Ama gülmekten. Şirincan muhteşem bi ayrıntısın yaa... (Şirincan bunu okuyunca infilak edecek kesin. Keh keh keh!)

Buse Sinem İren: Alem onu Laz Kızı Buse diye tanıyor ama bizim için atarın, dansın, kopmaların şahı. Buse tıpkı bir kamikaze gibi eğlenir, sahnedeyken ve inişte, insana yüksekten çarpar, afallatır. Gülmekten katılan seyirciyi pek az komedyende görürsünüz ve Buse, bunlardan biridir. Bi yerde Buse varsa mesela, ses seviyeleri yeniden tanımlanır. Kahkahası gösteriye çıktığımız mekanın büyüklüğünden ve kalabalıklığından bağımsız olarak, 200 metrelik alanda rahatça tanınabilir. Çapkın, hınzır, sevimli... Özetle, hayat bi bilgisayar oyunu olsa, oynamak isteyeceğiniz karakterdir. Macera buna koşar, genç tabi, olacak o kadar. Gençliğini arada kafamıza vuruyor ama sonra gece 3'e doğru otel odasına sarhoş gelince, pek bi uysal, pek bi bebek gibi oluyor. Kıyamıyoruz. Nebleyim.

Çok mu övdüm, az mı dövdüm bilemem. Bizim standup ekibi bu şekil.
2 senedir beraber sahneye çıkıyoruz, 100 gösteriyi geçeli 1 ay oldu. Gelip izlemediyseniz hala, artık o sizin ayıbınız. Çok iyi bir okursanız (ve uslu da olursanız) kapıya adınızı yazarım bu arada. Neden olmasın? (Gösterileri takip için al bak bu Feys, bu da Insta. Tıkla git aşkım. aa Deniz'cim sadece seni takip edicem diyorsan, ona da ok. Böyle gel.)

Onun dışında, yazının başında Meltem Hanım'la videomuzu gördünüz. Kendi kafamıza göre komiklik yapmaya hevesli olduğumuz YouTube kanalımız açıldı. Bu video dışında, bir takım moda tavsiyeleri, Oyunculuk Teknikleri, Laz kızı Buse'nin assolist oluşları ve halaylar eşliğinde yakışıklı stalkladığımız Fifi Gurme gibi programlar var. Daha da kimbilir neler olacak, hayırlısı.

Ben bizzat birey birey hepinizi bekliyorum. Bunca yıllık hukukumuz var sonuçta... Şayet gelirseniz ses edin. Edebiyat severlerin katılımına göre "Merhaba Cahiller" diye sadece kitap anlattığım bi program filan yapmayı düşünüyorum. Ki taşlanayım. Ay lav linç.

Ay bloguma yazmayı nasıl özlemişim...
Ev arada çıkıp, sonra dönebildiğinde, her zamankinden daha güzel diil mi ya?

biterken,
editlerimle geldim. 
ev sahibi kirayı 3,5'a çıkarmak için tebligat göndermiş. hukuki bi şekilde tebligatla sigara yaptım, gömüyorum. 
kış nasıl geçti, anlamadık ama pembe manyolya tomurcuk vermiş. camdan ona bakıyorum. 
hayallerimde bi sorun var ama tam neresi ellen işaret edemiyor, sözlen tam diyemiyorum.
burdayız...
Bi barda, tek tabanca, yabancı ve pahalı içki şişelerinin dizili olduğu raflarla bakışıyorum. Raflarla değil, şişelerle bakışıyorum aslında. Pahalı içkiler bakışlarımı üzerlerinde hissediyorlar mı, pek emin değilim gerçi. Yine de yaptığımın bakışmak olduğunu iddia etmek istedim.

Çok değil, iki Jameson shot içip kalkıcam. Çünkü müzik o kadar iyi değil, ayrıca bu gece içmesem de olurdu, ayrıca işim var, ayrıca...

Şişelerle bakışırken, kendimi eğlendirmek için, "Bunların hangilerinden içtim?" diye düşünmeye başlıyorum. Neredeyse hepsinden... Arada tanışmadıklarım da oluyor tabi. Her şeyi de ben deneyemem neticede. Ama denediklerim, tanış olduklarım, durdukları yerden bi hikayeler fısıldıyorlar sanki. Benlen bakışabildiklerine inanan, fısıldadıklarına da inanır, şüphesiz.

Tombul Safari şişesi. Yıllardan 97, liseden yeni mezunuz. Bizim kız tayfasıyla Pınar'ın yazlığı Sarımsaklı'dayız. Annem, tüm kızların anneleri arayıp örgütlediği için, disko iznimiz gece yarısına kadar. Sonrası bal kabağı, eve dönüş ve terasta gündüzden kalan yemekleri siniler halinde gömme keyfi. Zira Pınar'ların yazlığında 2 buzdolabı var. Biri yemekler, diğeri tatlılar ve meyvalar için. Tam bir sefahat alemi... Ve biz bu alemin taze kumruları, ağzı kokutmuyor diye Safari portakal içiyoruz diskoda. Muhtemelen Cheri Cheri Lady çalıyor fonda.

Rafta üstü Rusça yazan bi vokta var. Üfff diyorum, hatırlasam da anlatamam o geceyi. İçinde bir Kanuni motorsiklet, bir cüce ve uzun bir yol vardı. Düşük bütçeli Yüzüklerin Efendisi'ydi mübarek. Şişe Kazakistan'dan gelmişti. Fonda ise kesin Bob Dylan çalıyordu ama ben dinledim desen yalan. Ben de benden iyi bilenlere, isyandaydım zira bi zaman.

En tepede Patron tekillalar var. Ah iğrenç tekillalar. 19 yaşındayız, 24 ayardayız, gündüzleri hala girilebilir Aya Yorgi beachinde yüzüp, - Evet, inanamazsınız ben bu punk halimle ben beahclub'larda büyüdüm. Çoğunu üstüme yaptılar hatta- akşam üstü Çeşme'nin meşhur kumrucusu Şevki'ye düşüyoruz iki araba. Bizi çok seven Şevki, o zamanlar böyle rahat bulunmayan bi şişe tekilla yolluyor bizim site gençliğine. Kız ekibi evlerden çıkarken sweatshirtlerin belinde tuzluk, limon, bıçak, bardak... Fonda en leyminden Sezen Aksu; Bir Kırık Gençlik Hikayesi... (Yarası Saklım imiş adı şarkının. peh) Gecenin sonunda  plajın duşuna sokmak zorunda kaldılar beni. Akabinde odama çıkan merdivenlerde sürünüp, yatağa kustum. Velhasıl Meksika'ya gitmediğim sürece, bi daha tekilla içeceğimi hiç zannetmiyorum.

Şeridıns, hiç sevmem. Amarillo, hem delirtir, hem kusturur. Absinth'ler ise evde çaresiz kalınan vakitlerin, harmanlığın dostu. Çünkü yani ya muşamba, yahut Marilyn Manson olmak lazım tüketmek için onu. Ki biz ara ara olmuşuz demek. Canım, ay em yor pörsınıl cisıs.

Smirnoff'u bi kez bile para verip almadım. Bi takım partilerde beleşe içirdiyse içirdi kendini. Kusuruma bakmasın gerçekten. Adını vermeyeceğim havuzda bi parti, partinin sahibinden ötürü katılımcıların yarısı model. Siz bir grup modeli hiç havuz başında, üstelik üstünüzde bikiniyle gözlemlediniz mi, bilmiyorum. Sümükümsü bi hissi var. Ve sümük şahsınız oluyor. Tuhaf, her neyse... Müstakbel eşimin izniyle, Brezilyalı model bir süt oğlana yazıyorum. "Du yu samba?" filan dedim herhalde çocuğa, Allah canını almasın Smirnoff. Ve haliyle zerrece siklenmeyip, bıyık altından gülüşler eşliğinde, ekibimin yanına dönüyorum. Fonda kesin Violent Femmes çalıyordu. (Ehehehe tabi ki yalan) Add It Up. (Çalsa münasip olurdu en azından)

Cinler bana dokunuye. Ne zaman cin içtiysem yapmamam gereken bir halta imza attım. Sonra artık bi noktada, akıllandım sayarak cin içmeyi bıraktım. Bıraktım dediğim de dün. Ahahahaha. Şaka. Bi keresinde, bi arabanın ön koltuğundaydım. Aracı kullanan yasak elma, prens kabilinden bi gencimizdi. Kendisini öptükten sonra yarı belime kadar camdan çıkıp, bildiğin dosta düşmana karşı uluduydum. Gerçi bunu bana hatırlatırsanız sizinle bozuşurum. O yaz fonda hep Athena - Pis çaldı. Tüm albüm. Öyle de bi yazdı, canı sağ olsun.

Rom tayfasının Allah canını almasın. Sarılyılan dj, ortam Kiki. Kiki dediğinse gece bi saattten sonra interneyşınıl bi metrobüs... Nefes almak isterken etrafındaki en az üç kişiyle cinsi temaslar yaşıyorsun. Ya da dj'in yanında kabinde mahsur kalıyor, dj'ye yağan peçeteleri, lafları, kendisi zerre s.klemediği için güler yüzle karşılıyorsun. Fakat o esnada sabahın 4'ü olmuş ve barmen size aralıksız olarak karaciğerinize toynak gibi saplanan bir takım Mohitolar fişeklemiş. Mohito denizinde Castro'ya selam çakmış, on saniyeliğine saygıdan Kominist olmuşuz. Dj funk, Türkçe rap, Ajda, Let's Dance ve son olarak Master of Puppets diyor. Ah, Allahım neden? İşte bunun ertesi sabahında, düzeltiyorum akşamüstünde, kör uyanmıştık. Ve körlük muazzamdı.

Konyakları tek içmeyi severim. Eskiden böylesi değildim.(Bu blogun büyük bi kısmı sıkı konyaklar eşliğinde, bi elektrik sobası başında yazıldı.) Eskiden, -çok eskiden- Tekel cep konyağı vardı ve onu adi deri postallarımızın içinde taşırdık. Ceplerimiz Antep fıstığı dolu olurdu. Nursel'le postalları attığımız gün, bi daha asla moda olmayacaklarını ummuştuk. Fakat oldular -tipini sktiklerim-. Ben konyağı en çok karlı, elektriklerin kesik olduğu ve evde bir tek pilli radyonun çalıştığı, radyoda da The Black Heart Procession'dan Diamonds in Your Eyes çaldığı bi günde sevdim. Bi de Ermenistan'da iyi konyak vardı. Ama dilerseniz onu başka bi zaman anlatayım.

Gelelim Martini'ye... Bu, bu gece anlatabileceğim son hikaye. Archers ve Martini gibi içkilerin hastası elbette, evdeki şirinliklerin ustası Nursel ablamızdı. Kahkülünü düşürür ve tatlı bir içkiyle, yanakları kızartırdı. Komaya girmeden tam bir hafta önce, gece 2'de, telefon açtı bana. Belki de bana açmadı o telefonu çünkü sesi binlerce kadehin dibinde... "Ay lav yu!" diye bağırdı bi kaç kez, ben de cevap verdim ama sanki pek duymadı. İşte onun ertesi günü bi şişe Martini, bi paket cins sigara ve güzel de bi çikolata alıp, çalıştığı plakçıya gittim. Martini'yi bitirip, gözümüze farlar sürüp, Kimyon'da kebap yedik. Gece rakıyla devam etti. Rakının verdiği yetkiye dayanarak o gece, bana yıllardır söylemediği bi takım şeyler söyledi. Sonra, o kadar sarhoş olduk ki, birbirimizi kaybettik Dunia'da. Hiç vedalaşmadık böylece, çok değil bir hafta sonra artık aramızda olmayacak biricik arkadaşımla.

Velhasıl size sağlam bi içki, yanına iyi bi arkadaş, fona güzel bi müzik, dilinize de koyu bi muhabbet dilerim.

Bazen, çoğu zaman, hayatta bundan fazlası yok.

lav.

d.

biterken,
biraz moral bozmuş olabilirdim niyetim hiç bu değilken.
bi de yazar olduğumu hatırlıyorum galiba yeniden.
fonda çalan parçaların linklerini yerleştirim. bi tıkla dinlemeye git diye. resmen amme hizmeti. sev beni.
viskilerden bahsetmedim, bi gün edicem.