Gezi'nin Doğum Günü

By | 5/28/2014 4 comments

Geçen hafta Göksu Gül'ün köşesinde görünce bir daha anladım. Ben Gezi'ye genelde bir 10 yıl, 20 yıl sonrasından bakmak istiyorum.
Bahsi geçen hikayede sokakta hanımefendi Göksu, gündemden ve direnişten her birimiz gibi sinir hastası olayazınca, soluğu Bozcaada'da, doğaya yakın, hep o hayallerdeki naturel-entel tarzı bir yerde alıyor. Ve orada, gece ateş başında, eski solcu bir ressamın, Paris 1968 direnişini büyük bir tutku ve özlemle, adeta olağanüstü bir masalmışcasına anlatışına tanıklık ediyor.

İşte ben, buna inanıyorum.
Bir nesil olacağımıza ve uğruna mücadele ettiğimiz her bir güzelliğin, bizi daha mutlu bir topluma, daha barış içine, kendi kendi yiyip bitiren değil, yeniden üreten, geçmişiyle bu günüyle insancıl olan bir ülkeye götüreceğine inanıyorum.

***

Ütopyalar insanlığın tamamı için ortak bir çözüm bulmak yahut böyle bir çözümün imkansızlığını ispatlamak hevesiyle kaleme alındılar. Eğer ikinci seçenek uygulanır ve ütoptyada her şey boka batarsa, ona distopya denildi. Şimdi yaşadığımız, göğüs germek ve içinde varolmak zorunda bırakıldığımız durum, klasik bir distopyayı, George Orwell'in 1984'te resmettiği o baskıcı, o korkunç tek sesli yaşamı andırıyor olabilir. Ama gerçekten öyle mi? O kadar çaresiz miyiz? Yoksa bir başka distopya olan Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'inin sonunda olduğu gibi -spoiler vermek caiz olmasa yapmazdım ama- hepimiz insanlığın ortak iyilik bilincine sahip çıkıp, hayatımızın geri kalanını birer kitap olarak geçirecek noktaya daha mı yakınız?

Bence, durduğumuz yer bir başka ütopyacı Ursula leGuin'in Mülksüzler'ine daha çok benziyor. Ursula, George'dan farklı olarak Mülksüzler'de gücün ve güçlünün karakterinden ziyade, bireyin ve güçsüzün tavrına bakmayı tercih eder. Onun ütopyasında mülklüler ve mülksüzler ortadan ikiye ayrılmış, mülksüzlüğü ve sonsuz eşitliği tercih edenler, dünyanın (Anarres) kaynakları oldukça kısıtlı uydusuna (Urras) yerleşmişlerdir. Tıpkı aşırı mülklülük gibi, tamamen mülksüzlük de, Ursula'nın yarattığı evrende var olmayı beceremez. Ursula bu duyguyu unutulmayacak denli basit bir imgeyle ölümsüzleştirir:
Tüm çocukların hep birlikte yetiştirildiği bakım evinde, 4 yaşında bir bebek, güneşlenme sırası bir sonraki bebeğe geçtiğinde isyan eder ve "Güneş benim!" diye bağırır.

Hakikatten güneş kimin?
Hangi çocuğun, çoğunluğun?

***

Büyük resmi anlatıcam derken Gezi'den iyice uzaklaştığım sanılabilir, ay n'oolur sanılmasın saygı ve sevgi dolu okuyucu. Gezi benim için çok şey demek ama en başta öğrenmek demek. Gezi'de sadece gazdan korunmayı, düşeni kaldırmayı, ilk yardım esaslarını, polisten kaçarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini, internet platformları ürerinde haberleşip örgütlenmeyi öğrenmedik. Gezi'de öteki kavramının ne kadar kırılgan ve yine ne kadar derin olduğunu, insanların birbirine nasıl kolayca ötekileştirip düşmanlaşabileceğini, bunun bir ülke politikasının en vahşi ve en acımasız şekli olabileceğini öğrendik.

Tek tek yazmak içimizi kurutur ama insanın ötekisine uygulayabileceği zulmün ucu bucağı görünmediğini, kinin ve nefretin ancak ve ancak daha fazla kin ve nefret doğurabileceğini de öğrendik.

Hala da öğreniyoruz.

Gezi, sadece üç beş ağaç değildi; parktaki komün, sapanlı teyze, yaylım gaz ateşi altında Cihangir sokaklarında yankılanan Duman - Eyvallah, "Kırmızılı Kadın", "İşte bu çapulcunun sesi"ni söyleyen Boğaziçi korosu, Beşiktaş Çarşı, İstanbul United, Cuma'yı barikatta kılan Devrimci Müslümanlar, parka börek taşıyan anneler, Divan Oteli, Ankara Kızılay'ı ve Kuğulupark'ı, İzmir'in saçından sürüklenen badem kızları, duvar yazıları, Mustafa Keser'in askerleri, Duran Adam'ın saatler içinde ülkenin dört bir yanında, Sivas, Madımak'ın kapısında bile, insanları durdurabilmesi, Gezi dağıtıldığı gece, Kadıköy'den karşıya geçmeye çalışan, bisiklet kasklı kız çocukları değildi.

Gezi, söylemesi güç ama bütün çirkinliğimizi, pespayeliğimizi, içimizin dipsiz kuyularında yıllarca irin irin dolanları da gösterdi. Hala anlamakta güçlük çektiğimiz yalanları, daha önce bunca derin olduğunu bilmediğimiz muhafazakar kesim korkularını, "Kabataş'ta bebekli bir annenin derili, çıplak bir erkek gürühu tarafından linç edilebilme ihtimali" kadar absürt hallerde öğrendik. Daha beteri, adam sandığımız adamların bu ve benzeri yalanları yüzleri kızarmadan savunuşlarına tanık olduk.

Biraz içimiz öldü.
Sonra biraz daha öldü, çünkü öldürdüler. 
Hangi hangi ceza avutur bilmem, Ali ismail'in, Berkin'in, Mehmet'in, Ethem'in, hadi gerisini siz tamamlayın, gözü çıkanların, beyin travması geçirenlerin annelerini...

Bildiğim, Gezi'de yaşam kadar ölümü de öğrendik. Nasıl acıttığını ve buna nasıl tahammülümüz olmaması gerektiğini. Çünkü hiç bir devletin, vatandaşını "öyle ya da böyle" öldürme yetkisi yok. İhmalle de öldüremez, sabrı taştığı için de. Etnik kökenini beğenmediği için de öldüremez, meshebini yahut kıyafetini gözü tutmadığı için de.

***

Gezi bizi düşman etti biraz, epey de barıştırdı. Polis öldürürken başka yana bakan yetkili kurumları ve medyayı görünce misal Kürtleri, Ermenileri, Alevileri daha bir anlayanlarımız oldu. Hatta o kadar anladık ki, başbakan "çözüm sürecine darbe!" diyemeden Kemalistle - Kürdistan bayrağı taşıyan çocuk, el ele tomadan kaçmak durumunda kaldılar. Ölmekten vakit bulduğumuzda işi şakaya vurduk, şimdi bir eylemde biri "Peki ya Kürtler nerede?" diye sorarsa, onun "Modern dansa gittik ya iki dakka!" şeklinde cevaplanmışı var.

Hani "hiçbir şey değişmedi" diyoruz ya, o çok yalan. Ben 35 yıllık ömrümde bu ülkede Kürt diye bi şey olmadığı, onların dağ Türkü olduğu zamanları da hatırlıyorum. Değil ki, modern dansa gitmek.

***

Daha geçen gün anneme uluslar-üstü bir internet toplumunun doğuşundan bahsediyordum. Kurumlar, sınırlar, devlet ve şirket kodamanlarının çıkarlarından değil, "kanlı canlı bireylerin hür iradelerinden ve ifade arzularından doğan, kendine yakın olanı, fiziksel mesafe gözetmeksizin içine alan" bir toplumdan.
Bu toplum, görmekte olduğu ve görmesi muhtemel her türlü baskı ve şiddet içinde dahi, barışçıllığı ilke edinmek zorundadır. Nefret yerine sevgiyi savunmak zorundadır. Öldürmek yerine yaşatmayı arzulamak zorundadır.

Ancak bu şekilde, dünyadaki tüm diktatörlerin, insanları köleleştiren dev şirket ve sistemlerin, eşitliği günümüzda hala insan türüne çok gören tüm zihniyetlerin karşısında durmak mümkün olabilir. O toplum ki, muhtemel 3. dünya savaşının çıkmamasının yegane umududur.

İşte ben Gezi'de bu toplumun, doğum anını görüyorum.
Anlamanın, barışmanın, öğrenmenin, eşit ve denk olmanın, sevmenin, din, dil, ırka takmadan som insan olmanın, kararlı ve sancılı doğumunu.

Her şeye ve herkese (padişahımız dahil) rağmen.

Son olarak:

Padişahım ölme, bilakis çok yaşa!
Yaşa ki gör, nasıl yanıldığını, nerede hata yaptığını.
Kimse bu ülkeyi üzerine yapmadı, hiç birimiz senin değiliz. En "senin" sandıkların bile.
Adalet duygusal bir süreçtir ama his ile sağlanamaz.
Adalet kindar değil, kararlıdır.
Ve o adaleti ya sağlayacağız, ya sağlayacağız.
İnadına seveceğiz bize düşman kıldıklarını, severek iyileşeceğiz.
İnsanların madende/sokakta/inşaatta/trafikte ölmek yerine, ağaçlar altında istedikleri dilden şarkılar söyledikleri bir ülke olacağız.
Çocukların sevişmeyi yahut gülmeyi değil çalmayı ayıp bildiği, dindarın dinsizle komşu olabildiği, doğanın edepsizce talan edilmediği, pırıl pırıl bir yer olacağız.
Ve sen tüm bunları,
hücrenden duyacaksın.

İyi ki doğdun Gezi.

edit notu: yazıyı ilk yayınladığımda, "insanların bir kitabı ezberleyip, ormanda kendi kendilerine onu anlatarak dolaştıkları ortam" ile biten distopyanın 1984 olduğunu yazmıştım. ece soner sağ olsun, yanlışımı düzelten, beni doğruya iteleyen kişi oldu. fahrenheit 451, kağıdın yanma ısısıdır bu arada.
ve me yazık ki, 1984'ün sonu epey acıklı. 
Newer Post Older Post Home

4 vatandaş cevab hakkı kullandı :

bin yaşa.

göksu gül'ün hikayesinde adamın anlattıklarını ben bu kadar iyimser okumamıştım, o niye öyle oldu acaba bunu bi sorguladım. yani adamın direnişi masal gibi anlatması bana 'herşey iyi olucak' mesajı vermedi, 'iyi diye dinlediğin herşey baya boktandı' dedirtti, daha bi üzdü.

yine tüylerimi diken diken eden bir yazı. kalemine sağlık Deniz...

Gerçekten harika bir yazı olmuş. Tekrar tekrar, kelimelerin üzerinden geçerek sindirerek okudum, etkilendim. Ne kadar gerçek, açık ve doğru. Blog sayfamda da bir linkle paylaşmak istiyorum izin verirseniz yazınızı.
Sevgiler

irennem said...

Yüreğine sağlık Deniz cim. 1984 ün sonunu neden getiremediğimi şimdi anladım.
Sağlıcakla kal..