Kötü Şeyler Düşünmemeye Çalışıyorum

By | 10/13/2015 5 comments
Kötü şeyler düşünmemeye çalışıyorum.
Ne kadar mümkün olabilirse. Yani insan yas tutan ailelerin iç yakan görüntülerine, sonra siyasetçilerin aşırı pişkinliğine, sonra ekranlarda laf çeviren cambazlara bakıp ne kadar az kötü şey düşünebilirse...

Kötü şeyler düşünmemeye çalışıyorum..
Ama bu sabah Levet Kırca'ya "İhtiyar ben senin dengin değilim. Ben komedyenim." yazan Cem Yılmaz'ı düşündüm. "Cem Yılmaz komedyen de, Bill Hicks ne yani?" diye düşündüm. "Koskoca Cem Yılmaz'sın, bunu diyeceğine, şu yaşadığın, sevildiğin, ekmeğini gani gani yediğin (gözümüz yok, hehal olsun da) toplumun iyiliği için, çıkıp bi eleştiri ya da barış çağrısı yapsaydın ya?!" diye düşündüm. Sonra adı geçen her üç adam için, ayrı ayrı üzülmem gerekti. Biri çok erken, biri biraz daha geç kanserden öldüler. Aralarında bi tane yaşayan var, çok yetenekli ama onun da dünya pek umrunda değil gibi.

Kötü şeyler düşünmemeye çalışıyorum.
Sabah, Ankara Katliamı ile ilgili yazıları mecra ayırmadan okudum. Hükümetin olaydaki sorumluluğunu madde madde anlatanları ve kimi ılıman kalemlerin "Bunu AKP yapmış olabilir mi? Bu akla sığar mı a-a!??" şekli top çevirmelerini tek tek sindirdim. Boykot ve yas çağrılarını gördüm, biraz umutlandım, siyahlarımı giydim. Sonra hava güzel diye çıktığım ve etrafta hiç öyle siyahlı insan göremeyince ısrarla Kadıköy Çarşı'ya kadar devam ettiğim bir yolculuğum oldu. Ameliyattan beri o kadar yürümemiştim. Kadıköy'de 5-6 (benim gezmediğim yerlerle belki 10-15'tir) yer, onlar da çoğunlukla barlar, boykottaydı. Sadece okul öğrencileri (mecburen) ve zayıf görünmek arzusundakiler siyahlıydı. Çarşı yine kalabalık, insanlar ise işindeydi gücündeydi.

Kötü şeyleri dillendirmemeye, insanları suçlamamaya gayret ediyorum.
Adını aklıma ısrarla yazmaya çalıştığım, 9 yaşında bir çocuğun gözleri, ama çok kocaman ve çok mavi gözleri baktığım sayfanın üstünde uçuşuyor. Kadıköy'de insanlara dikkatlice bakıyorum yürürken, "belki de üzgünler, içlerini nereden bileceğiz?" diyorum. Yavaş yürümek işleri kolaylaştırıyor. Ve patlamaların gerçekleştiği alanda, köfte ekmek satmaya çalışan amcayı düşünüyorum. Onun hala o alanda köfte ekmek satmaktaki ısrarını "garibanlık" olarak yücelten Ekşi Sözlük entrysini. "Gariban kelle koltukta, ekmeğinin peşinde" yazmışlar. Peki hepimiz mi bu kadar garibanız? O kadar mı kelle koltukta, geçim derdindeyiz? Yoksa bir noktada alışmış kudurmuştan beter miyiz? Ülkedeki 80 milyondan 1 milyonu patlamada, terörde, depremde ölse, yarın yine sokaklara çıkıp gnam gnam köfte ekmek yer miyiz?

**

İçimdeki kötülüğü yansıtmamaya, öfkeyi çoğaltıp, egemen tek duygu halinde yaşamamaya çalışıyorum.
Pek çok RT düşüyor taymlayn'a. Bir o kadar da Ekşi Sözlük'ün içinde, yani sosyal medyanın her yerinde insanlar var. Kadınlı, kızlı, erkekli, adamlı, "ölenlere nasıl da üzülmediklerini" belli ediyorlar. Onlar Suruç'ta da üzülmemişlerdi. Reyhanlı'yı zaten sanki hiç olmamışcasına konuşamadık; kimdir, nedir bilemeden yayın yasağı geldiydi. Roboski'de durum algısı karışık, üzülen azdı. Üzülenler de üzüntülerini Gezi Parkı'nda trampet çalıp "Roboski'yi unutma!" sloganıyla paylaştılar diye bi dolu dayak yediler.
 "Kimse kimseye üzülmüyor mu gerçekten? Sosyal medyada takip ettiğim seçilmiş çevrem beni mi yiyor?" diye içime kurtlar düşüyor inceden.

Yine de kötülüğü siyasi bir fikirmişcesine yaşayanları, yaşam tercihine saygı ile baş başa bırakıyor, paylaşmıyor, kavgaya girmiyorum. "Bu insanlar evliliği, belki komşuluğu, arkadaşlığı da böyle kötülük gibi, gıybet gibi yaşadılar herhalde" demek, diyerek iyice ayrılmak, kutuplaşmak istemiyorum.

**

Çirkinliği görmemeye ama görmezden gelerek değil, kafamda yerine güzellik, iyilik, adalet gibi kavramlar koyarak dengelemeye çalışıyorum. En çok okuduğumuz, denk geldiğimiz kelimelerin "alçakça, şerefsizlik, adi, köpek, it, orospu çocukluğu, hain, çomar, cahil, sürü, kan, bedel ödetmek" olması içimi bulandırıyor. Ortalığa bir sürü güzel kelime bırakayım istiyorum. Böyle hem dobra olsunlar, hem de bulutsu bir ruhperverlikleri bulunsun, en müşkülpesentlerimizin bile kalbini hoş etsinler istiyorum. Kelimelerin kifayetsiz kalmadığı bir yerde yaşamak zaten en temel dileğim. Söz biterse ben de biterim çünkü; sözün bittiği yerde olmaya, daha da tahammül edemiyorum.

"Biz, siz ve onlar" diye apayrı canlılarmışız, asla bir arada yaşayamazmışız gibi davranmamaya çalışıyorum. Türbanlı-başörtülü-inançlı artık kendilerine ne diyorlarsa, kızlarla göz göze geldiğimizde, ikimizden birinin öfke ile gözlerini kaçırmadığı bir gün gelsin istiyorum. Onun çok, benim az, ya da tam tersi, neyimiz varsa hepsini bir ortaya dökelim, ne varsa paylaşalım ve bu nefretin çirkinliği ile yaşamayalım artık. Ne ben adi orospu olayım, ne o cahil aktroll. Ayşe-Deniz, memnun oldum, şekli hayırlı tanışmalar yaşansın istiyorum.

**

İnsanoğlu dünya savaşlarında, hatta dünyanın tarihi boyunca sadece 19 sene yapmadığı tüm o bitmek bilmeyen savaşlarının hepsinde, bir şekil hayatta kalmış. Hatta üstlerine bombalar yağarken de bohemliğini, sanatçılığını etmiş, aşık olmuş, içki içip sevişmiş. İnsanoğlu ve insankızının asıl derdi yaşamak. Gerçi her yaşamanın tam olarak yaşamak fiilinin içini doldurmadığını, kimi yaşamaklarınsa talihsizliklerle bir türlü yaşamak gibi olamadığını biliyoruz.

Kimimiz değişimlerden, en çok da kendi fikirlerindeki ve yargılarındaki değişimden korkuyor. Kaya gibi kör, taş gibi ağır ve sağır yargıları var. Bağlamış ayağına, suya düşse boğulur. Kimimizin aç kalma korkusu, bir diğerinde sosyal statüyü kaybetme korkusuna dönüşüyor, o korkuları benliğinde taşlaşıyor. Kimimiz daha iyi anlıyor, daha hızlı kahroluyor, daha çabuk öğreniyor. Kimimiz diyorum, çünkü milyon parçaya ayrılsak da fikren, tüm insanlık biriz, tekiz. İstediğiniz kadar "onlarla" aynı potaya girmeyin, nefret edin, küçümseyin, öyleyiz.


Ölüm ve acı hayatı durdurmaya yetmiyor belki. Ve belki, derdi tasası daha az bir memlekette, hayatı durdurmak, ölenlere yas tutmak, kendimizi içinde yaşadığımız topluma ait hissetmek daha kolay olurdu.
Öte yandan görünen o ki, ileri derecede faşizm müdahelesi, hatta iç savaş çıkartma çalışması da durdurmaya yetmiyor hayatı.
Hayat su gibi akışkan, su gibi güçlü ve çok, ve güzel, ve olağan... Su gibi sinsizce sızıyor kayalara. Sonra donduğunda, damar damar çatlatıyor, un ufak ediyor o sağlam sandığın kayayı.
Eninde sonunda kaya değil su kazanıyor ya,
Bu da bence kafası, ruhu kayalara dert olsun.


Çünkü barış ve sevgi kazanacak,
Bugün değilse elbet bir gün,

d.

biterken,
yazının resmi - bruegel the elder - the fight between carnival and lent (güzel bişey görelim diye sırf, bi manası yok)
kalbimde şu var; çok temiz duygular besliyorum kendisine. siz de dinleyin.
bu da bill hicks belgeseli, çok özel bi adam, tanımayanlar tanışsın.
bi de bu fotoğraf var. hiç unutmamak için, kendim için buraya bırakıyorum. her kimseniz, ellerinizden öpüyorum.
 
Newer Post Older Post Home

5 vatandaş cevab hakkı kullandı :

momos said...

Er ve erbaş yemekhanelerinin vazgeçilmez eğlencesi sallanan popo ülkenin kahverengi renkle bezeli fiziki bölgesinin havaya uçurulmasını istiyor, o kadar istiyor ki içindeki istek dışarı taşmış, ojeli tırnaklarını kırma pahasına nereden bulduğu belirsiz klavyesine darbeli sıçmış, o kadar hoşuna gitmiş ki sıçtığı yetmemiş takipçileriyle paylaşmış. Paylaşının ne kadar beğenildiğine bakmaya yüreğim elvermedi.

Bir zamanların yemlene yemlene şişmiş köşe yazarı, son yıllarda bulduğu yeni klozetinde zırvalarına devam edip -utanma duygusuna yolda bulup karakola bomba diye götürdüğü top muamelesi yaptığından dolayı yüzü kızarmadan bir de- kıça sürülmeyecek zırvalarına bokundaki boncuk bile olamayacağı bir dehanın en bilinen eserlerinden birinin adını vermiş. Zaten o eseri de adından dolayı, bir gün olur da yıkama yağlama aklama faaliyetlerine ad koymakta zorlandığında kullanmak için okumuş veya muhtemelen okur gibi yapmış.
Dünya bizim için dönmüyor. Barış ve sevgi için asla. Ne yerçekiminin umurundayız ne karanlık maddenin. Gelecek daha iyi veya daha kötü olmayacak. Bir gün adalet diye inandığımız da galip gelmeyecek. Olan oldu, o bakmaya kıyamadığımız mavi gözler bir daha hiç parlamayacak, önceki benzerleri gibi karardı söndü çoktan. Böyle giderse, ki gitmemesi için halen bir sebep yok, nice renkli ve renksiz gözler henüz doğru dürüst kullanılmadan yitip gidecek.

Yapabileceğimiz bir şeyler var ama halen. Belki de elimizde kalan tek şey. Neyi kaybetmekten korkuyorsak bugün ondan vazgeçmek ve yaşamımızın sonunda hepimizi bulacak olan tek gerçek korkuyla yüzleşmeye hazır olmak. Korkusuzca yaşamayı becerebilirsek, önce kendimiz, belki o zaman, o da zayıf bir belki, başkasına korkularını yok etmekten bahsedebiliriz, bahsetmekle kalmayıp örnek de oluruz, bana bakıp biri o yapabiliyorsa der ve o zaman empatiyi, başkasının acılarına ortak olmayı tecrübe etmeye hazır olur. Empati ötekini anlamayı getirir. Bir gün bakarsın öteki dediğin biz olmuş bile. Biz olamadığımız müddetçe de hasta ruhlusu da gelir borusunu öttürür/cebini doldurur, büyük bir şehri aydınlatacak kadar koca açgözlülüğe sahip olanı da.

Olur mu? Olmazsa azalarak yok olacağımız belli. Nefret korkudan beslendiği için ve yeryüzü korkmak için sayısız mazerete ev sahipliği yaptığı için ateşin kaynağını yok edemeyiz. Hep bir yerlerde oksijen ve yanıcı madde olacak ama kıvılcımı engellemek bizim elimizde. Daha iyisi, düşünmesi çok zor değil, gökyüzünden kıvılcım çaksa da oluşacak yangını söndürmeyi biliyor olmamız. İnsanlığın belki de ilk ve en büyük başarısı ateşi kontrol altına almak değil miydi? Yolda karşımıza çıkan herhangi biri veya uzaklarda bizi ömrü boyunca görmeyecek yabancı, kimse benim düşmanım değil, kimseyle söndürülemeyecek yangınım olamaz. Düşman diye sunulanlar hep başkalarının iddiası.

Ben sevgiye inanmıyorum artık. Ne sallanan popoyu ne de yemleme klozet kapağını yaradandan ötürü sevmek zorunda değilim. Ama bu bana nefret etme hakkını da vermiyor. Elimden gelen, neden öyle davrandıklarını öğrenmeye çalışmak, bunun için biraz araştırmak, bilgi haznemi geliştirmek yeterli. Nedeni öğrenince onlara karşı içimde yüce bir duygu uyanmıyor, illa herkesle empati kurmak zorunda da değilim ama onların davranışlarını anlamış oluyorum(kabul etmiş değil anlamış!), nefret veya kin gibi körü körüne bitmez bir girdaba kapılmak yerine nedenleri görmeye zorluyorum kendimi. Nedenler görünür oldukça geriye daha az soru kalıyor ve apaçık gerçek ortaya çıkıyor, insanevladı yeryüzünün her bir köşesini istila ettiği için birlikte yaşamaktan başka çaremiz yok, henüz icat edilmedi.

Sanırım ölmüş olmalarına üzülüp bir yandan da öldükleri için sinirleniyoruz.Aslında kimse oh iyi ki ölmüşler demiyor.Kendilerini bu şekilde kullandırdıkları için üzülmüyorum,küçücük çocukları alıp mitinge götürmedikleri için,kendi ülkesinde bambaşka hayallere kapıldıkları için ve biliyor musun samimiyetsiz buluyorum.Biz bu yola baş koyduk,mücadelemiz (sürekli biz biz derken ve aslında kendilerini ötekileştirirken çok uzun zamandır) var dedikten sonra o bomba patlayınca devlet de devlet demeleri samimiyetsiz. Devlet memurunu sırtından kurşunlayıp,malına zarar verip sonra da bana baksınlar demek samimiyetsiz. Ben HATAY da yaşıyorum,GAZİANTEP te doğdum, ADANA da büyüdüm ve babam bir kürttür. Çocukluğumdan beri gördüklerime ,yaşadıklarıma dayanarak söylüyorum ki istenen şey barış falan değil. Kendi ideal ve tembel ve uyuşmuş zihinlerinde bir hayat arayan insanlar ve biliyor musun sırf bu yüzden kızıyorum onlara. Boktan yere öldükleri için. Karmaşanın içinde yaşıyoruz,ben de sen de ölebilirsin bu karmaşada ama onlar bu kadar kullanıldıklarının bu kadar farkında değillerdi ya (belki de) işte ben buna kızıyorum.

@momos yani sevgili özcan, umut vermeye ve etmeye çalıştığım her yazıma böyle yazıdan daha güçlü yorumla vuracaksan işimiz var:)
şaka bir yana, biliyorsun, her zaman insanlara ve sevgiye inanmayı seçeceğim. kendimle kavga etsem de, kendimi yolda ayıplasam da, beceremesem ve kimi zaman iflas etsem de.

@anne günlüğü
affınıza sığınarak, ben bu bakış açısını biraz yansıtma mekanizması olarak görüyorum. yani "şayet miting yapmasalardı, evlerinde otursalardı ölmezlerdi. bakın ben de kürt kökenliyim, nasıl da ölmüyorum. ayrıca devletimin istemediği hiç bir şey yapmayacak ve yine ölmeyeceğim." gibi..

halbuki maalesef dediğiniz tam olarak doğru değil.
- birincisi devletin var olmasının yegane sebebi zaten vatandaşının canını korumak zorunluluğu. yani şayet can güvenliğini herkes için sağlayamıyorsa, o devlet en temel fonksiyonunda patlıyor demektir.

- ikincisi samimiyet meselesi. ben kürt değilim, izmirliyim, tahmin edilebileceği üzre kökenimiz göçmen. buna rağmen tc'nin kürt politikasının en başından beri sorunlu olduğunu kabul edebiliyorum. terörü savunacak değilim ama "bu insanlar neden isyan ettiler de biz izmirliler etmedik?" noktasında, kürtlerin 70 yıldır yaşam şartlarının buna sebep olduğunu düşünüyorum. dersim katilamından bu güne kolay gelmediler neticede. bu durumda açıkçası bu insanların bence kimseye samimiyet borcu yoktu. ama ilk maddede belirttiğim gibi, bu devletin var olma sebebini, yani onları koruma mecburiyetini yok etmiyor. "vatandaş samimiyetsizse ölebilir, öldürülebilir, no problem" gibi bi durum yok yani.

- son olarak: devlet sizi şimdiye dek öldürmemiş olabilir. ölmenize seyirci kalmamış, solcu diye ananızı işinden, alevi diye babanızı canından etmemiş olabilir. bunların henüz olmaması, asla olmayacağı anlamına gelmez. bir katiamı bu kadar geniş! atlatabilen, soma'da sorumluluk kabul etmeyen, her yıl iş kazalarında ölen 1500 kişinin hakkını asla teslim etmeyen ve engellemeyen bir devletimiz var. ve bu değişmek zorunda. yani bence, daha mutlu ve iyi bir ülke için olması gereken budur.

saygılarımla.

Sevgili Deniz,
Ben kelimelerimle doğru ifade edemesem de bunu söylüyorum.Kısaca var olan durum ortada.Tamam çıkalım hakkımızı arayalım ,gösteri de yapalım ama miktiğimin devleti daha beni kendinden koruyamıyor.Alaycılık ve haddimi bildirme(!) adamların kanına işlemiş.Çok değil suruç ta ölenlerin daha kanı soğumadı yani belli ki bu iş olacaktı.Bak oraya gidenler arasında da Ankara da da bir tane söz konusu partilerden bir milletvekili yoktu (baktım ki sadece alt sıra adaylar). Ya resmen kullanıldılar,açıkça öldürüldüler!! Bununla beraber bir bilsen ah bir bilsen bizim burada yaşadıklarımızı.Dağdan gece vakti gelen ve ,inan bana, alıştığımız o takır takır silah seslerini yada karartma yapılan akşamları (hala var biliyor musun).O kürtlerden işte tam bu yüzden nefret ediyorum.Burada sokağa çıkıp olay çıkarmak ister ama Amonostan sınırdan geçirdiği silahlarla askeri tarar,trafoları tarar.Şu anda işe giriş çıkışlarımız hergün kontrollü.Evet devlet buna sebep verdi evet devlet yıllarca bir grup insanı yok saydı ama karşılığı kendi adamını öldürmek ,malına zarar vermek mi olmalı? Benim yaşadığım yerlerde yıllarca kimse söylemese de feodal yönetim vardı. Ağalar yönetirdi o ili yada köyü.PKK ilk çıktığında Adıyaman da Diyarbakır da yada Antep te ağa adamları ile savaşırlardı;devlet de silah desteği veriyordu.Çoğu kişi bilmez ama sır değildi yani.Ağalar çok fazla öğretmen,doktor,mühendis istemezdi.Kendi işine engel olacak ne varsa (köy enstitüleri dahil) bunları oy karşılığı engelledi.Kendi işleri toprak ağalığından çok beyaz (uyuşturucu,kadın) ve silah ticaretine dayalıdır;bak bu gerçek birşey. Oradaki adamların çoğu da memnundu hallerinden.Feodallik yavaş yavaş eridiğinde devlet hiç görmediği bir yapıyla karşılaştı ve bu yapı o saydığım ticaretten pay isteyen bir yapı;bu gerçek birşey,komplo teorisi değil. Yani ortada barış,kardeşlik vs yok. Ortada var olan ticaret yolunun paylaşılamaması durumu. Buradaki milletvekilleri uzun süre iş birliği yaptılar,işlerine gelince beslediler işlerine gelince oy karşılığı kötülediler ama herkes payını almaya devam ediyor.İşte benim kızdığım nokta da bu;bu benim zavallı insanım bunu biliyor/bilmiyor fark etmez;direkt atlıyor.Diğerleri de kalleşçe bu kanı ekmeğine sürüp tadını çıkarıyor.